17.02.2021
Günümüzde her şeyi çok çabuk tüketiyoruz. Gündem hızla değişiyor. Algı realitenin önüne geçmiş durumda. Bir de tüm dünyayı kasıp kavuran Corona gündemimize girdi. Bir taraftan hastalanma korkusu, diğer taraftan kısıtlamalar halkı bunaltıyor. Pandemi maalesef ekonomiyi de olumsuz yönde etkiledi.Günümüzde her şeyi çok çabuk tüketiyoruz. Gündem hızla değişiyor. Algı realitenin önüne geçmiş durumda. Bir de tüm dünyayı kasıp kavuran Corona gündemimize girdi. Bir taraftan hastalanma korkusu, diğer taraftan kısıtlamalar halkı bunaltıyor. Pandemi maalesef ekonomiyi de olumsuz yönde etkiledi.
Ben bu sürecin geçici olduğuna inanıyorum, biraz daha dişimizi sıkarsak bu dönemi inşallah atlatacağız.
Kişisel olarak son kullanma tarihi geçen ilaçlar gibi, hızla eskiyen bilgilerle beynimizi doldurmanın zaman israfı olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden daha kalıcı ve insanımızın kişisel gelişimine katkı sağlayacak bilgileri paylaşmaya gayret ediyorum.
Önce Deniz Ülke Arıboğan ın “ Duvar” adlı kitabından küçük bir alıntı ile başlayayım: ”Bir labirentin içindeki fareden farkımız yok. Bir çıkış yolu arama çabası içinde duyularımız ve duygularımız zihinlerimizin prangalarına dönüşüyor. İnançlarımız, toplumsal siyasal kimliklerimiz, travmalarımız, geçmişten devraldığımız düşünsel mirasımız gibi faktörler bizi körleştiren, yanlış yöne sevk eden faktörler. Onlarsız yaşamamız mümkün olmasa da, özellikle objektif analiz yapmaya niyetlendiğimizde bu sınırlarımızdan kurtulmamız gerekiyor. Labirentteki farenin peynirin kokusuna yönlenmesi ve bu nedenle de tam ters istikametteki doğru yönü kaybetmesi gibi, biz de duyularımızın ve duygularımızın aldatıcı rehberliğinin maduru olabiliriz.”
Biz duygusal bir toplumuz, acıdan besleniyoruz. İçinde acı olmayan film, roman, şarkı bizi kesmiyor. Dinlediğimiz bir şarkıya eşlik edip ağlamak istiyoruz. Bebekleri ve çocukları severken bile acılı seviyoruz. Yemeklerimizde de acı kullanıyoruz. Diğer taraftan sevgimizde de nefretimizde de bir ölçüsüzlük var. Maç seyrederken bağırıyor, yumruklarımızı sıkıyor ve bazen de küfrediyoruz.
Mutlaka bir takım tutuyor, onun sevinçleri ile seviniyor, üzüntüleri ile beraber üzülüyoruz. Evimize gelen bir misafiri baş tacı yapıp izzet i ikramda kusur etmez iken, trafikte bizim önümüze geçen birine hayatı dar ediyoruz. Bağlandığımız bir partiye, cemaate, spor takımına ölümüne bağlanıyoruz. Sadece 4-5 senede bir oyumuzu vermemiz gereken bir partiye ruhumuzu, kalbimizi de teslim ediyoruz. Türkiye de üniversite de okuyan İsveçli bir genç kız “arkadaşlar derste hep not tutuyorlardı, ben soru sormak istiyordum ama yüz kişinin içinde dersi bölmemek adına soramıyordum.” Sormak irdelemek gibi bir kültürümüz yok. Soru soran çocuklara anne ve babalar “sus, çocuklar çok konuşmaz, büyüklerini dinle, uslu ol, denirdi.”
Necip Fazıl ın dediği gibi„Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak! Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak Durun, durun, bir dünya iniyor tepemizden Çatırtılar geliyor karanlık kubbemizden…“
Duygularımız bu denli kuşatma altında iken doğru düşünmemiz, eşya ve olaylar hakkında objektif analizler yapmamız asla mümkün olmayacaktır. Toplumdaki yanlış algılar halkta şahsiyet oluşturan bir kimlik olarak vücut buluyor. Bir kurbağa aniden sıcak suya atıldığı zaman hemen tehlikeyi seziyor, hızlı bir refleksle kendini dışarı atıyor ama su alttan yavaş yavaş ısıtıldığında değişikliğin farkına varamıyor ve hayatını kaybediyor. Aynen bu örnekte olduğu gibi içinde büyüdüğümüz kültür bizi yavaş yavaş etkilediği için yanlışlar gözümüze çarpmıyor, nasıl bir ortamda olduğumuzu anlayamıyoruz.
Global dünyanın pompaladığı ve her ülkede karşılık bulan israf ve tüketim çılgınlığı ayrı bir problem.
Bir taraftan bu sarmalın içinde yaşamaya devam ederken diğer taraftan çağdaş muasır medeniyet seviyesine ulaşmak istiyoruz. Bu bir paradoks, nasıl olacak ki?
Ön yargılarımızdan sıyrılarak nasıl objektif bir analiz yapabiliriz?Duygularımızın aldatıcı rehberliğinin nasıl farkına varacağız?Toplumun bize empoze ettiği yanlışları nasıl ayırt edeceğiz?
Ülke çapında çok acil bir değişikliğe, yeni bir dirilişe, yeni bir formata ihtiyacımız var. Üstad Sezai Karakoç “ diriliş” üzerine çok şiir yazdı, çok yazı yazdı. Konuyu gündemde tutmak için uykusuz geceler geçirdi.
Doğru ok hedefine ulaşır. İçine su katılan sütten kaliteli kaymak elde edilemez. Şaşmaz bir pusulamız bulunmalı, hiçbir şeye feda edemeyeceğimiz yüksek değerlerimiz olmalı.
Her insan evladı kafasını avuçlarının içine alıp düşünmeli, kendini hesaba çekmeli, kendine dışardan birinin gözü ile bakma becerisini gösterebilmeli. Belki o zaman yol almamız mümkün olur.
Share this with your friends: