Yaren UYSAL
17.01.2023
EN ÇOK NELERİ ARAŞTIRDIK
2022 yılında yaşanılan bunca önemli olayı geride bırakarak yeni yıla giriş yapmış bulunuyoruz. Temennim o ki gelen yılın gideni aratmaması. Peki bizler 2022’de en çok neleri merak etmişiz, neleri aramışız, gelin beraber bir inceleyelim. Popüler arama motoru her yıl yaptığı gibi 2022 yılı için de en çok arananları açıkladı. Dünya genelinde en çok çevrimiçi bir kelime oyunu tıklanırken, Avusturya ise en çok Ukrayna kelimesini aradı. Türkiye’de liderlik Dolar/TL paritesinde. Bana sorarsanız bu aramalar alelade değil, uzunca çıkarım yapılabilecek donelerdir. Peki bu sonuçlar bizlere neyi işaret ediyor?2022 yılında yaşanılan bunca önemli olayı geride bırakarak yeni yıla giriş yapmış bulunuyoruz. Temennim o ki gelen yılın gideni aratmaması. Peki bizler 2022’de en çok neleri merak etmişiz, neleri aramışız, gelin beraber bir inceleyelim. Popüler arama motoru her yıl yaptığı gibi 2022 yılı için de en çok arananları açıkladı. Dünya genelinde en çok çevrimiçi bir kelime oyunu tıklanırken, Avusturya ise en çok Ukrayna kelimesini aradı. Türkiye’de liderlik Dolar/TL paritesinde. Bana sorarsanız bu aramalar alelade değil, uzunca çıkarım yapılabilecek donelerdir. Peki bu sonuçlar bizlere neyi işaret ediyor?
Dünya geneliyle başlayalım. Klasik olan bulmacanın inove edilerek internet ortamına uyarlanmış hali listenin başında yer alıyor. Bu bulmaca aslında Dünya genelinde insanlığın kendini ne kadar sıkıntılı hissettiğini ortaya koyuyor. Kişiye içinde bulunduğu kaotik durumların aksine, karşısında duran boşlukları herhangi bir yöntem ya da plan olmadan, içgörü ile sadece kendi aklını kullanarak doldurmaya çalıştığı kişisel bir alan ve zaman sağlayan bulmacalar, gerçek hayatın toplumsal ve profesyonel labirentinin aksine, bir çözüm vadederek kişi üzerinde bütünlük algısıyla tatmin edici bir etki oluşturuyor. Bir çözüme ulaşıldığında salgılanan dopamin sayesinde stres altındaki kişi rahatlıyor, kafa dağıtıyor ve kendini mutlu hissediyor.
Avusturya’da en çok aranan kelime olan Ukrayna ise, bana sorarsanız aslında halkın gerek bencil gerekse empatik bir endişe içinde olduğunu gösterir nitelikte. Bu endişede Ukraynalıların Avrupa’nın çeşitli ülkelerine sığınmalarının da payı olduğunu düşünüyorum. Avusturya’da yaşayan biri olarak gözlemlediğim şey halkın Rusya-Ukrayna savaşının etkilerinden düşünülenden daha fazla korku duyduğu. Bu durumu bazen tedirginlik nedeniyle boşalan market rafları, bazense enerji krizi ve pahalılığı sebebiyle tepkili halka yapılan yardımlar ortaya koyar nitelikte.
Türkiye’de yapılan aramalarda liderlik koltuğunda Dolar/TL paritesinin oturuyor olması aslında uzunca bir hikâyeyi özetler gibi. Burada bahsi geçen Dolar yalnızca bir para birimi değil, halkın psikolojik ve maddi endişesinin bir simgesi. Ekonominin gidişatından duyulan endişe ise “Dünya’dan kopma” ve geçim korkularını tetikliyor. Bu kriz durumu ise toplumun insanlara ve geleceğe olan güven duygusunu olumsuz etkiliyor.
Geçtiğimiz sene gündemi meşgul edip ses getiren diğer başlıklarsa, Kraliçenin ölümü ve Dünya Kupası oldu.
Kraliçenin ölümünün başta Büyük Krallık olmak üzere tüm dünyayı “yasa boğduğu” haberleri yapıldı. Hiç şüphesiz ki devlet cenaze masraflarının kamu parasıyla finanse ediliyor olması, faturayı ödeyecek olan vergi mükelleflerinin üzüntüsünü arttırmıştır. Alman dilinde de karşılığı olan “Mitleid”, yani büyük bir üzüntü ve empatiyle başkasının acısını paylaşmak, tabi ki insani bir duygudur, fakat bu durum kraliyet ailesinin ırkçı, cinsiyetçi veya aşağılayıcı ifadelerinin “gaf” olarak nitelendirilerek göz ardı edilmesine bir bahane değil. İnsan haklarına, demokrasiye veya Dünya yararına katkıları olup olmadığı tartışılması gereken bu “soylu” ailenin kaybı yerine, üzüntü duyulması gereken daha önemli konular olduğu kanısındayım.
Gelelim Dünya Kupasına; Katar’ın ev sahipliği yapma hakkı kazanmasından bu yana, turnuva için yedi yeni stadyum, yeni bir hava alanı, yeni yollar ve 100 dolayında yeni otel inşa edildi. Her ne kadar hükümet sayıyı yalanlasa da Hindistan, Pakistan, Nepal, Bangladeş ve Sri Lanka’dan gelen 6 bin 500 göçmen işçinin kötü çalışma şartları nedeniyle hayatlarını kaybettikleri iddia ediliyor. Ayrıca bazı işçilerin maaşlarını alamadıkları ve Katar’ın ücretlerinin ödenmemesini protesto eden göçmen işçileri sınır dışı ettiği güçlü iddialar arasında. Üzerine konuşulması gereken bunca insani sorun varken, sade ve centilmen bir spor müsabakası olmaktan çok uzak olan ve tonla paranın döndüğü Dünya Kupası’nın gerçekleşmesi bize ne “katar” diye sormadan edemiyorum doğrusu.
Yeni yılda herkesin daha güzel ve adil bir dünyada yaşamak adına elini taşın altına koymaktan çekinmemesi, herkesin “Dünya vatandaşı” olma bilinci ile hareket etmesi ümidimle.
13.12.2022
(AZINLIK) OLMAK YA DA (AZINLIK) OLMAK YA DA OLMAMAK, İŞTE BÜTÜN MESELE BU!
TDK’ya göre azınlık:TDK’ya göre azınlık: “Bir toplulukta kendine özgü nitelikler bakımından ayrı ve ötekilerden sayıca az olanlar; bir oylama sırasında sayıca az olma durumu; bir ülkede ayrı soydan veya inançtan olan ve sayıca az bulunan topluluk” olarak tanımlanır.
Peki sizce ülkemizdeki azınlıklar yalnızca kalıplaşmış bir şekilde ilk aklımıza gelen dezavantajlı gruplar mıdır? Bana soracak olursanız, hayır. Dünya’daki en büyük azınlık olan engelli bireyler için ülkemizde sokakta rahatça dolaşabilmelerini sağlayacak doğru düzgün bir kaldırım bile yokken, sokaktaki canlarımız olan hayvanların korunması adına yasa çıkarılması için uğraşan bireyler de bir o kadar görmezden gelinen “azınlıktır”. Dünya’nın birçok ülkesinde bir inanç olarak kabul gören ve doğdukları ülkelerinde vergilerini aynı diğer inançlara mensup vatandaşlar gibi ödeyen ve buna rağmen hakkettikleri hizmetleri, saygıyı ve değeri göremeyen, hatta bazen bazı kendini bilmezler tarafından hakaretlere uğrayan Aleviler kadar, aslında azınlık olan “çoğunluğun” karşısında haklarını savunmak isteyen işçiler de “azınlık” tır. Etnik kökeninden dolayı azınlık sayılanlar kadar; Dünyada’ ki kadın ve erkek nüfusu neredeyse eşit olmasına rağmen, uğradıkları cinsiyete dayalı ayrımcılık nedeniyle kadınlar da “azınlık” tır. Hükümet ve muhalefet dengesinin her an değişebileceği göz önüne alındığında; o anki muhalefeti destekleyen “azınlık” kadar, o anki hükümetin destekçileri de “azınlık”tır. Ülkenin nüfusunun çoğunluğunu oluşturan, ekonominin perişanlığından dem vuran, üstelik açlık sınırının bile altında kalan bir gelirle amiyane tabirle “hayatta kalmaya çalışanlar”; lüks içinde yaşarken ülkenin ekonomisinin şahlandığını iddia eden küçük bir kesim tarafından görmezden gelinen gerçek “azınlık” tır. Kimi zaman yaşadığınız topraklarda, aynı şeylere başka yerden bakmak azınlık olmaktır. Yani olay “nüfus” ile değil “nüfuz” ile ilgilidir.
Farklı etnik köken, dini inanç, cinsiyet, sosyal konum, cinsel yönelim, eğitim durumu ve benzeri özelliklerle tanımlanan “dezavantajlı gruplar” dan bahsederken, sanki utanılacak bir şeyi dile getiriyormuş gibi söze “çok afedersiniz..” ile başlayan ve ötekileştirici cümlelerle insan tanımlayan zihniyetler tarafından sağlanması gereken fakat sağlanmayan haklar “lütuf” değildir. “Azınlık hakları” denilen şey büyük bir safsatadır. Bu tanımlama bile ötekileştirmenin göstergesidir. Bizi insan yapan özelliklerimiz fark etmeksizin, eşit hizmet, eşit mesafe, eşit saygı, eşit muamele haktır. Sağlanması gereken; elde edilmesi için uğraşılan “ayrıcalıklar” değil, herkesin sahip olması gereken “haklar” dır.
Uzun lafın kısası, herkes hayatının belli zamanlarında veya sürekli olarak bu muameleye maruz kalmıştır. Aslında bu ülkenin “çoğunluğunu” oluşturan “azınlıklar” dır. Buradaki sorun; engelli, siyahi, kadın, muhalefet, Alevi diye tanımlanarak bazen yalnızca “farklı” olunduğu için farklı muameleye maruz kalınmasıdır. Fakat korkulması gereken asıl şey azınlıklar değil, her şeye hakkı olduğunu düşünen “çoğunluk” tur. Evet kendini çoğunluk zanneden “azınlık” güçlüdür, ama haklı olmak için güçlü olmak yeter mi? Ben size söyleyeyim, haklı olan her zaman azınlıktır.
Senenin son yazısında istedim ki biraz empati kuralım; birbirimizi yargılamadan, ötekileştirmeden önce düşünelim; yalnızca kendi uğradığımız değil, başkalarının da uğradığı haksızlıklar karşısında susmayalım; bizi biz yapan farklılıklara saygı duyalım. Yeni yılda farklılıklarımızın bize sevmeyi öğretmesi dileğimle..
09.11.2022
KILIK KIYAFET
Kıyafet sadece üstümüze giyindiğimiz kumaş parçaları değildir. Kişinin bakış açısını, kültürünü, o anki ruh halini ve daha birçok şeyi giydiklerinden anlayabiliriz. Kısacası kıyafet bir iletişim aracı, kıyafet bir özgürlüktür. Birey, kendi isteğine uygun olarak giyinmek, süslenmek ve dış görünüşüne şekil vermek konusunda özgürdür. Bireyin saç şekli, giyimi ve takip ettiği stil, makyajı, dövmesi, pirsingi ve (geleneksel veya kültürel olarak taktığı) başörtüsü bu özgürlük dahilindedir. Türkiye’de kılık kıyafetle ilgili yapılan son düzenlemeler düşünüldüğünde şüphesiz ilk akla gelen birçok alanda olduğu gibi okullarda da yürürlüğe giren başörtüsü serbestisi oluyor. Peki öğrencilere başörtüsü serbestisi getiren bu yönetmelik, bu serbesti mukabilinde bütün öğrencilere eşit özgürlük sağlıyor mu, gelin bir inceleyelim.Kıyafet sadece üstümüze giyindiğimiz kumaş parçaları değildir. Kişinin bakış açısını, kültürünü, o anki ruh halini ve daha birçok şeyi giydiklerinden anlayabiliriz. Kısacası kıyafet bir iletişim aracı, kıyafet bir özgürlüktür. Birey, kendi isteğine uygun olarak giyinmek, süslenmek ve dış görünüşüne şekil vermek konusunda özgürdür. Bireyin saç şekli, giyimi ve takip ettiği stil, makyajı, dövmesi, pirsingi ve (geleneksel veya kültürel olarak taktığı) başörtüsü bu özgürlük dahilindedir. Türkiye’de kılık kıyafetle ilgili yapılan son düzenlemeler düşünüldüğünde şüphesiz ilk akla gelen birçok alanda olduğu gibi okullarda da yürürlüğe giren başörtüsü serbestisi oluyor. Peki öğrencilere başörtüsü serbestisi getiren bu yönetmelik, bu serbesti mukabilinde bütün öğrencilere eşit özgürlük sağlıyor mu, gelin bir inceleyelim.
“MİLLÎ EĞİTİM BAKANLIĞINA BAĞLI OKUL ÖĞRENCİLERİNİN KILIK VE KIYAFETLERİNE DAİR YÖNETMELİK”, Türkiye’de MEB'e bağlı resmi ve özel; okul öncesi, ilkokul, ortaokul ve lise öğrencilerinin kılık ve kıyafetlerine dair usul ve esasları düzenliyor. Öğrencilere sağlanan “özgürlükler(!)” kapsamında, 4. Madde “öğrencilerin kılık kıyafet sınırlamaları” başlığını taşıyor. Maddenin birinci Fıkrasının (c) Bendinde, öğrencilerin yırtık veya delikli kıyafetler ile şeffaf kıyafetler giyemeyeceği belirtilirken, (ç) Bendinde ise öğrencilerin vücut hatlarını belli eden şort, tayt gibi kıyafetler ile diz üstü etek, derin yırtmaçlı etek, kısa pantolon, kolsuz tişört ve kolsuz gömlek giyemeyeceği yer alıyor. Maddenin devamında öğrencilerin saçlarını boyayamayacağı, vücuduna dövme yaptıramayacağı, pirsing takamayacağı da belirtiliyor.
Belki de bazılarınız öğrencilerin yaşlarının bu maddelerle kısıtlananları yapmak için zaten küçük olduğunu belirterek, bir beis olmadığını savunacaklardır. Benim nazarımdaki özgürlük, herkese eşit mesafededir. Eğer bu yaş grubundaki bir öğrenci kendi iradesiyle başörtüsü takmak istediğine karar verebilecek yeterlilikteyse, aynı şekilde bu maddelerde yasak olarak nitelenen özgürlükleri de uygulama yeterliliğine ve hakkına sahiptir. Düzenlemenin esasları arasında başörtüsünün rengi, şekli, uzunluğu, başörtüsüyle kombin edilen kıyafetin tarzı veya rengiyle ilgili herhangi bir düzenleme bulunmamasına rağmen, “güya” tek tip kıyafetin kaldırıldığını bildiren düzenleme, öğrencileri tek tipleştirmekten başka ne yapıyor sorarım sizlere. Aynı maddede, insan sağlığını olumsuz yönde etkileyen ve mevsim şartlarına uygun olmayan kıyafetlerin giyilemeyeceği belirtiliyor. Sıcak vakitlerde diz üstü etek veya şort giyinmek “mevsim şartlarına uygun olmasına ve insan sağlığını olumsuz etkilemeyecek olmasına rağmen” düzenlenen kısıtlamalar, öğrencilerin sağlığının iyi niyetle düşünüldüğünü değil, ne yazık ki adaletsiz düzenlemelerle ayrıştırıcı sistemin desteklendiğini ortaya koyuyor.
Bütün bunları bir yana bırakarak, öğrencilerin ne giydiği veya giymesi gerektiği yerine eğitim sistemi ve müfredatın sürekli değiştirilerek yapboza dönüştürülmesini dert edelim. Okul kitaplarının içeriğinde nelerin olduğuna bir bakalım. Bireyin yaratıcılığını geliştirecek, yoğun müfredat arasında bir nebze de olsa nefes almasını sağlayacak ve öğrencilerin gelecekleri için yetenekleri dahilinde öğretmenleri tarafından gözlemlenerek yönlendirilmelerine vesile olacak olan beden eğitimi, resim, müzik derslerinin neden boş geçtiğini tartışalım mesela. Hala bu devirde müzik derslerinde öğrencilere neden blok flüt çaldırıldığını konuşalım. Okullarda “süs” niyetine hazırlanan fen laboratuvarlarının sırf bir beherglas kırılmasın diye neden kullanılmadığından dem vuralım. Okullardaki malzeme eksikliğini gidermeye çalışalım. Öğrencilerin, öğretmenleri her içeri girdiğinde neden ayağa kalkmak zorunda olduğu konusunda istişare edelim.
Saygı kalkıp oturmakta değil, saygı düşüncededir. Saygı duygusunu maddeleştirmek, öğrencinin yalnızca belli kurallara uyduğu takdirde iyi ve saygılı bir öğrenci olduğunu dikte etmek, bireyselliğin önünü tıkayan yegâne düzendir. Öğretmenleri bir otorite haline getiren, korku üzerine kurulu bir eğitim sisteminde, öğrencinin gerçek saygı duygusunu öğrenmesini bekleyen düzenin varlığı kendinden menkuldür. Gerçek saygı duygusu öğrencinin öncelikle kendi benliğini, kendi düşüncelerini özgürce ortaya koymasına izin verildiği, haklarının korunduğu, eşitlik duygusunun yaşatıldığı ortamlarda bireyin geliştireceği özsaygı ile yerleşecektir.
Locke’un da belirttiği gibi “Hukukun amacı özgürlükleri kaldırmak veya kısıtlamak değil, onu korumak ve genişletmektir”. İran’da yaşanılan acı süreç bizlere en büyük ders olmalıdır. Burka-peçe haricinde, siyasal simge olarak sömürülmeyen, geleneksel veya kültürel olarak takılan başörtüsüne ne kadar saygı duyuyorsak; mini etek ve şort giyenlere de bir o kadar saygı duymalıyız. Mesele kapalı-açık meselesi değil, mesele adil olmak, mesele karşılıklı saygı, mesele insan olmak, mesele insanca yaşamak…
12.10.2022
KADIN, YAŞAM, ÖZGÜRLÜK!
Cumhuriyet döneminde kadınlar toplumun temel taşı olarak görülmüş, kadının bireyleşmesi çağdaşlaşmanın temel adımı olmuştu. Kadınlara anne ve eş olmak hariç önemli bir görev atfedilmekteydi; "milleti eğitmek." Bu ulvi görev dahilinde kadınlar hem kurtaran hem de kurtarılandı. Kadın ve erkeğin birlikte gelişmediği sürece ülkenin topyekûn çağdaşlaşmasının ve kalkınmasının söz konusu olmayacağının farkında olan Atatürk, kadın haklarına giden yolda mihenk taşları olan “Laiklik” ve “Medeni Kanun’la”, kadınların geleneksel cemaatlere bağımlılığını kaldırdı ve bireyleşmenin önünü açtı.Cumhuriyet döneminde kadınlar toplumun temel taşı olarak görülmüş, kadının bireyleşmesi çağdaşlaşmanın temel adımı olmuştu. Kadınlara anne ve eş olmak hariç önemli bir görev atfedilmekteydi; "milleti eğitmek." Bu ulvi görev dahilinde kadınlar hem kurtaran hem de kurtarılandı. Kadın ve erkeğin birlikte gelişmediği sürece ülkenin topyekûn çağdaşlaşmasının ve kalkınmasının söz konusu olmayacağının farkında olan Atatürk, kadın haklarına giden yolda mihenk taşları olan “Laiklik” ve “Medeni Kanun’la”, kadınların geleneksel cemaatlere bağımlılığını kaldırdı ve bireyleşmenin önünü açtı.
Laiklik, toplumda dinin baskısından en fazla zarar gören kadınları özgürleştirecek ve eşitleyecek politikaların izlenmesinin yolunu açmıştır. Dinin toplum üzerindeki baskısını kıracak nitelikteki kadın haklarına yönelik düzenlemeler, din hegemonyasını kaldırmaya yönelik en etkin politik-ideolojik adım olmuştur. Bu çerçevede laiklik sadece bir devletin din kurallarına göre yönetilmemesi ile sınırlı olmayıp aynı zamanda bireyin özgürleşmesinin yolunu açmıştır. Laiklik sayesinde devlet gücüyle birleşmiş din baskısı bireyin üzerinden kalkmıştır. Hilafetin ve dinî hükümlerin kaldırılması ile açılan eşit ve özgür birey olma yolunda Medeni Kanun kabul edilmiş ve hukuk sistemindeki değişikliklerle kadınlara erkeklerle birlikte eşit haklar tanınmıştır. Böylelikle kadın ve erkek aile içinde otonom bireyler haline gelmiştir.
O dönemlerde Atatürk’ü ziyaret eden Şah Rıza, Türkiye ziyaretinin etkisiyle İran devrimini bu doğrultu üzerinde planlamış, bu bağlamda adlî sistemi yeniden düzenleyip laikleştirerek ve peçeyi ilga ederek önemli adımlar atmıştı.
Peki şimdi durum ne? İran’da kadınların; maç izlemek için stadyuma girmeleri, boşanma davası açmaları, kadın hukukçuların savcı olmaları ve aile mahkemeleri dışında hâkim olarak atanmaları, erkeklerin olduğu etkinliklere gidip orada dans etmeleri ve özgürce giyinmeleri “YASAK”. Hala bu devirde “ahlak” polislerinin devriye gezmesiyle, kadınların giyim kuşamlarının denetlendiği bu ülkede erkeklere yönelik herhangi bir kısıtlayıcı kural bulunmuyor, ahlakları sorgulanmıyor. 22 yaşındaki Amini’nin İran’da ahlak polisi tarafından başörtüsü “kurallarına uygun” örtünmediği gerekçesiyle gözaltına alınmasının ardından komaya girerek hayatını kaybetmesinin yankılarıyla, yürütülen bağnaz politikalara daha fazla dayanamayan kadınlar ayaklanıyorlar. 44 sene boyunca baskıcı ve tabiri caizse kadın düşmanı bir politikayla İranlı kadınlara karşı adeta savaş açan İran rejiminin bütün adaletsiz yapılanmalarına karşı İranlı kadınlar yıllardır farklı düzey ve şekillerde mücadele ediyorlar. Fakat son gelinen noktada kadınların haklarını alma bağlamında gösterdiği enorm tepki ve kararlılıkları bir dönüm noktasında olunduğunu eklatant bir şekilde ortaya koymakta.
Kadına hiçbir zaman gerçek bir bakışla; insan türünün öteki yarısı, dişisi gözüyle yaklaşmayan, kadının belli görevleri olduğunu düşünen rigide zihniyet, kadınları gerek sosyal gerekse siyasi alandan uzaklaştırmaya çalışıyor. Bu zihniyet izlediği politikaları, yaptığı siyaset ve propagandaları, verdiği vaatleri, koyduğu kuralları ve hatta yasakları, kısacası her söylemini kadın üzerinden yürütüyor. Bir tartışma subjesi haline gelen kadınların fikirleri ve varlıkları ise bu çarpık düzende maalesef dikkate alınmıyor. Kadınların toplum içerisinde, nüfuslarıyla en orantısız biçimde temsil edilen kesim olması sorunu, kadın hakları sorunu ötesinde bir demokratik meşruiyet sorununu da beraberinde getiriyor.
Şu net bir şekilde anlaşılmalıdır ki, üzerine ahkam kesilen kadının bedeni, kadının benliğidir. Ahlakın ölçütü giyim kuşam değil, akıl ve hür iradedir. Kimseye zararı olmadan özgürce ahenkle dans eden saçların değil; kadınları metalaştıran, ötekileştirici, bağnaz zihinlerin örtülmesi gereklidir. Kadın bir şeyin sebebi veya sonucu, bir olayın parçası, birinin eşi ya da annesi değil; kadın politik bir malzeme değildir. Kadın yalnızca kadındır; kadın, kadın olduğu için değerlidir. Talep edilen pozitif ayrımcılık veya ayrıcalık değil, talep edilen ayrımcılığın ortadan kalkması, talep edilen “HAK” tır.
Bir ”Cumhuriyet Kadını” olarak, kadınının toplumda hak ettiği yere gelebilmesi adına öncü reformlara imza atan, kadını toplumsal hayatın eşit bir paydaşı olarak gören liderimiz Mustafa Kemal Atatürk’e saygı ve minnetimle…
14.09.2022
NEFRET DİLİ
Siyasal iletişimde hiçbir sözcük laf olsun diye kullanılmaz. Bütün kelimeler bir amaç ve hedef doğrultusunda seçilir. Kullanılan dil bizlere yönetimin hangi şekilde olacağının sinyallerini verir. Kaçınılması gereken iktidar şekillerinden biri olan otoriter rejimlerin en önemli özelliklerinden biri kullanılan yaygın “nefret söylemleridir”. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne göre nefret söylemi “ırksal nefreti, yabancı düşmanlığını, anti-semitizmi veya hoşgörüsüzlüğe dayalı diğer her türden nefret biçimini yayan, kışkırtan, teşvik eden veya meşrulaştıran bütün ifade şekillerini” kapsar. Siyasal iletişimde hiçbir sözcük laf olsun diye kullanılmaz. Bütün kelimeler bir amaç ve hedef doğrultusunda seçilir. Kullanılan dil bizlere yönetimin hangi şekilde olacağının sinyallerini verir. Kaçınılması gereken iktidar şekillerinden biri olan otoriter rejimlerin en önemli özelliklerinden biri kullanılan yaygın “nefret söylemleridir”. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne göre nefret söylemi “ırksal nefreti, yabancı düşmanlığını, anti-semitizmi veya hoşgörüsüzlüğe dayalı diğer her türden nefret biçimini yayan, kışkırtan, teşvik eden veya meşrulaştıran bütün ifade şekillerini” kapsar.
Bu tip rejimler toplumun çeşitli kesimlerini ötekileştirerek, düşmanlaştırarak, şeytanlaştırarak varlıklarını devam ettirirler. İlgi dağıtılarak ve korku iktidarı oluşturarak eleştiriler bertaraf edilir ve muhalifler susturulur. Nefret söylemi toplum tarafından müsamaha gördükçe demokrasi, hukuk devleti ve özgürlükler yavaş yavaş çürümeye başlar. Bu durum çoğulcu ve demokratik toplumlara önemli bir tehdit oluşturarak, faşizme giden yolun taşlarını döşer.
Nefret söylemini en çok otoriter eğilimli “popülist” liderler kullanır. Bütün konuşmaları mutlaka nefret söylemleriyle harmanlanmıştır. Aydınlara, gazetecilere, akademisyenlere ya da ona muhalefet eden hangi kesimse onlara karşı kullandıkları nefret diliyle, eleştiri ve sorgulama potansiyeli olanları itibarsızlaştırarak ve toplumu kutuplaştırarak halkın desteğini sağlarlar. Bu otoriteler öncelikle propagandalarını etkisizleştirecek, yalanlarını ortaya çıkaracak, iktidarlarına tehdit olabilecek kişi ve toplumsal grupları hedef alırlar, çünkü politika ve icraatlarını sorgulayan ve eleştirenler onlar için en büyük tehdittir. Yani kısacası onun safında bulunmayan herkes bu durumdan nasibini alır.
Göz ardı edilemeyecek bir konu varsa o da bu liderlerin literatürünün geniş olmasıdır. Onla aynı fikirde olmayanlara ağız dolusu söyleyebilmek için, kimsenin aklına gelmeyecek kelimeleri propaganda malzemesi yaparlar. O kadar çeşitli ifadeler kullanırlar ki, bu söylemler bir araya getirildiğinde birkaç ciltlik “nefret külliyatı” ortaya çıkabilir. Halk ardı ardına atılan ayrıştırıcı ve aşağılayıcı nefret söylemleriyle bombalandığından, yoğun sis nedeniyle göz gözü görmez olur. Bir kısım kendilerine saldırılmadan, bu gazdan zehirlenir ve saldırılara ses çıkarmaz hale gelir. Onlar için otorite ne derse odur. En büyük özellikleri sorgulamadan otorite ne derse alkışlamaktır. Bu kuru alkışlar ve kalabalığın da etkisiyle oluşan sisli savaş ortamının içinde nefret söylemlerine maruz kalan kişi veya gruplar yalnız olduklarını düşünmeye başlarlar. Gruplar kendilerine ardı ardına ithaf edilen nefret söylemleriyle başa çıkmaya çalışırken, bir diğer gruba söylenenlere karşı çıkacak, birlik olacak eforu kendilerinde bulamazlar. Hesaplar tutmuştur, böylelikle otorite tarafından birlikten doğacak olan kuvvet de bölünüp, parçalanarak bertaraf edilmiş olur. İşte şimdi tam olarak istenilen ortam oluşmuştur. “Korku cumhuriyeti” başarıyla kurulmuştur.
Bu otoriteler amaçları uğruna siyasetlerine her şeyi alet edebilirler. Özellikle dini siyasete alet edenler en tehlikelileridir. Eleştirileri dini suistimal ederek geri püskürtmekten çekinmezler. En acı olan da sözüm ona muhafazakâr ve dinin gereklerini yerine getirdiğini iddia eden bu otoriteler, halkı gerek din gerekse yaşam biçimi bağlamında bölmeye çalışarak, gerçekten inançlı birinin yapmayacağı şeyleri yapar ve söylemeyeceği şeyleri söylerler. Halkın vicdanı manipüle edilerek, muhakeme ve sorgulama duyguları yok edilir. Adalet duygusunu kaybetmeye başlayan millet, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” minvalinde, otorite ile aynı görüşte olmayanlara uygulanan zulüm ve haksızlıklara karşı kör, sağır olurlar. İşte en tehlikeli durum budur. Eğer millet oluşan ortamı kabullenir hale gelirse, buradan dönüş gerçekten zordur.
Olması gereken korkunun hâkim olmadığı, vatandaşın hakkettiği refah seviyesinde yaşayabileceği, fikirlerini saygı çerçevesinde dile getirebileceği, iktidarı denetleyebileceği, koltukların kötüye kullanılmadığı, liyakatin esas olduğu ve hukukun üstünlüğünü kabul eden bir yönetimdir. Bu gibi durumlarda çözüm İnsanın doğası gereği ihtiyaç duyduğu özgürlüklerinden hiçbir koşulda vazgeçmemesidir. Nefret söylemleriyle korku salarak kaos ortamı yaratmaya çalışan otoritelere verilecek en büyük cevap sandık yoluyla özgür iradeyi kullanmaktan geçmektedir. Halkın birlik olup, olması gerektiği gibi denetleme görevini yerine getirmesi ve özgürce seçimlerini yapmasıyla bu otoritelerin iktidarı son bulur. Tabi bunları başında toplumu ayrıştıran, nefret söylemleriyle siyaset yapan otoritelerin bulunduğu halklar düşünmelidir, neyse ki bizim bu konulara kafa yormamıza gerek yoktur(!).
10.08.2022
GERÇEK MİLLİYETÇİLİK
Devlet gücünü milli birlik ve beraberlikten alır. Milliyetçilik bir toplumu millet haline getiren ortak bilinç bütünüdür. Anlamı yozlaştırılıp, suistimal edilebilecek bir hassasiyete sahip olan bu birleştirici güç, kötü niyetli kişiler tarafından toplumu bölebilecek yegâne silah haline gelebilir.Devlet gücünü milli birlik ve beraberlikten alır. Milliyetçilik bir toplumu millet haline getiren ortak bilinç bütünüdür. Anlamı yozlaştırılıp, suistimal edilebilecek bir hassasiyete sahip olan bu birleştirici güç, kötü niyetli kişiler tarafından toplumu bölebilecek yegâne silah haline gelebilir.
Çoğu zaman vatanseverlik anlamında da kullanılması, bu fikrin gerçek anlamda kavranamadığını ortaya koyan bir özet niteliğindedir. Bu konuda önemle anlaşılması gereken ilk şey bu bilincin belli bir siyasi partiye, bir kesime, bir ırka veya bir mezhebe mensup olmakla kazanılmadığı veya bu ilkenin herhangi bir kesime ait olmadığıdır.
Gerçek vatansever ve milliyetçi demokrasiye ve hukukun üstünlüğüne inanıp saygı gösteren, ülkesinde yaşayan her vatandaşının haklarının eşit olduğunu bilen, başkalarının haklarını yemeyen ve yenmesine de müsaade etmeyen, etnik kimlik üzerinden siyaset yapılmasına izin vermeyen, yapanı da tasvip etmeyendir. Bu ilkeyi doğru bir şekilde kavramış olan kişi, aynı toprağı paylaştığı ülkesindeki vatandaşları bütün çeşitliliğiyle sever. Milliyetçilik kafatasçı küflenmiş zihniyetteki “Türklük” anlayışı değil, tam tersine Atamızın ışığındaki, milletin bağımsızlığı ve egemenliğine dayanan birleştirici fikir ve ilkedir. Yani kısacası milliyetçilik ayrımcılığın değil aksine birliğin temsilidir.
Milli şuuru canlandıran, istikbalin temini kaygısı ve azmini taşıyan milli bayramlarımız, bizleri bağımsızlığımıza, cumhuriyetimize kavuşturan vatan evlatlarına minnetimizi ve bunca verilen emeğin ardından sahip çıkmamız gerekenleri hatırlatırlar. Atatürk bu ilkeyi en doğru ve rasyonel kullanan liderdir. Bu ilkenin siyaset bilimi verileriyle harmanlanmasıyla milletin bağımsız ve özgür yaşama isteği tek hedefte toplanmış, milli mücadeleyi zafere ulaştırmıştır. Pusulamız Atatürk’ün toplayıcı, birleştirici ve kaynaştırıcı milliyetçilik anlayışı olmalıdır.
Unutmayın; mazi, istikbali takviye eder. Bu bayramlar bütün çeşitliliğimizle, aynı amaç uğruna nasıl da bir olduğumuzu bizlere hatırlatmalıdırlar. Her ne kadar çeşitli “geçerli(!)” sebeplerle milli bayram kutlamaları engellense veya hakkettikleri coşku ile kutlanamasalar da bu durum vatan için her kültür, her mezhep, her ırktan vatan evladının verdiği mücadele ve emeği unutturmaya yetmeyecektir. Maneviyatlarımızda bu coşkuyu hissetmek ve bu fikri doğru anlamak, içi boşaltılmış olan fiili kutlamalardan daha güçlü ve kıymetlidir. Manevi güç zafere giden yolda en önemli etkenlerden biridir.
Halkın birbirini ötekileştirmesindense ayrıştırıcı, ötekileştirici ve hatta hakaretvari bir üslupla milletin dikkatini kendi üzerlerinden çekip, birbirlerini eleştirmeye, yargılamaya yönlendiren ve gündemi manipüle ederek halk tarafından denetlenmemenin getirdiği rahatlıkla, bulunduğu konumun keyfini sürüp kendine fayda sağlayanların tabiri caizse “ötekileştirilmesi” ülkemiz için daha faydalı olacaktır. Görevimiz birbirimizi ötekileştirmek, hareketlerimize, giyindiğimize karışmak, hayatı yaşayış biçimimizi eleştirmek değil, ülkesine fayda sağlamayanı, milletin hakkını yiyeni, görevlerini ve konumunu suistimal edenleri denetlemektir. Görev ve sorumluluklarını bilen ve doğru ifa eden millet, güçlü millettir.
Fikirlerimi ve eleştirilerimi sizlerle paylaştığım bir seneyi geride bıraktık. Bu süreçte hem yurtdışında hem de ülkemde yazılarımı okuyan, fikirlerime kulak veren, görüşlerime katılan ve katılmayan bütün okurlarıma teşekkürü bir borç bilirim. Bizi güçlü kılan ve birleştiren farklılıklarımızdır. Senfoniler farklı notalarla ortaya çıkar. Önemli olan notaların belli bir anahtarla bestelenmesi, harmonik olabilmesidir. Uyum içinde birlik olmayı başarabilen bir milletin aslında ne kadar güçlü olduğunu bize gösteren, varoluş simgemiz 30 Ağustos Zafer Bayramımız kutlu olsun!
13.07.2022
DEMOKRASİ ?
Demokrasi de oksijen, su gibi büyük bir ihtiyaç. Peki demokratiklik belli bir yönetim biçimi ile tanımlanabilir mi, yoksa yönetim biçimleri sistemin doğru yürütülmesi ile mi demokrasi getirirler?Demokrasi de oksijen, su gibi büyük bir ihtiyaç. Peki demokratiklik belli bir yönetim biçimi ile tanımlanabilir mi, yoksa yönetim biçimleri sistemin doğru yürütülmesi ile mi demokrasi getirirler?
Cumhuriyet tamamen seçime bağlı bir hükümet şeklidir. Seçilmiş yöneticilerin ömür boyu değil, sadece belirli bir zaman için görevde kalmasını gerektirir. Bu şart sayesinde cumhuriyet, millî egemenliğin en iyi şekilde gerçekleştiği hükûmet şekli haline gelerek millî egemenlik ve dolayısıyla demokrasiyle özdeşleşir. Cumhuriyet bir rejim, demokrasi ise cumhuriyetin uygulanış şekillerinden biridir.
Peki ama halkın kendi hakkını kendi almaya çalıştığı, fikirlerin dikkate alınmadığı, eleştiri dahi yapılamayan, düzeni temin etmesi için vekalet verilen devlet kurumlarına ne yazık ki artık güven duyulmayan, ötekileştiren, ayrıştıran, devlet görevlileri tarafından yolsuzlukların yapıldığı, otoritenin asla sorgulanamadığı ve hiçbir şekilde hesap sorulamayan bir “korku” cumhuriyeti düşünelim. Sizce bu devlet yalnızca bir cumhuriyet olduğu için demokratik midir? Ben söyleyeyim, hayır değildir. Bu gibi devletlerde sözde ya da bir diğer anlamıyla sahte demokrasi vardır. Bu devlet demokrasi görünümlü monarşi ile yönetilmektedir. Görünürde güçler ayrılığı olmasına rağmen pratikte güçler birliği vardır; yasama, yürütme ve yargı erkleri bir tek kişidedir. Bu “direktuvar sistemde” seçimle iktidara gelinir fakat bu kişi demokratik değildir. Seçimle seçilen Meclisin, realitede yasama yetkisi yoktur. Asıl siyasal güç, “güya” seçimle gelen yönetici olan direktördedir. Yani görünürde teorik demokrasidir de facto monarşidir.
Diğer bir açıdan bakacak olursak, demokratik olarak kabul edilen gelişmiş ülkelerin bazıları halihazırda cumhuriyet değil, monarşidir. Anayasal monarşi, kuvvetler ayrılığına ve yürütmeden bağımsız bir kral tarafından siyasal birliğin temsili ve halkı temsil eden parlâmento üzerine dayalıdır. Fakat sistem o kadar doğru işlemektedir ki, halk kendini demokratik bir cumhuriyetten daha fazla güvende hisseder. Düşünce ve inanç özgürlükleri gerçek anlamda koruma altındadır.
Bir ülke için en kötü durum; halkın, yolsuzluk ve kanunsuzluk yapanları dışlamamasıdır. Çünkü bu durum, yolsuzluğun sıradanlaştığının ve kolektifleştiğinin göstergesidir. Demokrasilerde yolsuzluk yapılamaz. Yolsuzluk yapılıyorsa, orada gerçek demokrasi yoktur.
Gerçek demokrasilerde eşitsizliklere ve ayrıcalıklara yer yoktur. Herhangi bir konuyla ilgilenilmesi için bir devlet bakanının devreye girmesi, minnet duyulacak değil, hicap duyulacak bir durumdur.
Demokrasilerde bir devlet başkanı, “benim halkım” diyemez. Bu söz ancak eski monarşilerde söylenebilirdi, çünkü o sistemlerde herkesin bir sahibi ve maliki vardı. Fakat gerçek demokrasilerde bireyler kimsenin malı veya tebaası değildir, her birey özgürdür, bağımsızdır.
Cumhuriyetin de çeşitlerinin varlığı düşünüldüğünde, hiç şüphesiz en kıymetlisi “laik cumhuriyetlerdir”. Siyasal anlamda sekülerizm; dinin siyasetten ayrılmasıdır. Demokrasinin, “çoğunluğun tiranlığına” dönüşmesini engellemek için devletin tüm dinlere karşı tarafsız kalması bir zorunluluktur. Tarafsız kalınmadığı durumlarda din de sömürülmeye açık hale gelir. Bir dine dayalı cumhuriyet, dini cumhuriyettir, demokrasi değildir.
Yani demem o ki; cumhuriyet ile demokrasi arasında mecburi bir bağıntı yoktur. Bir cumhuriyet demokratik olabileceği gibi, anti-demokratik de olabilir. Aynı şey monarşi için de geçerlidir. Kilit nokta yöneticilerin ahlakı ve halkın bilincidir. Demokraside halkın hakkını halkın kendisi korur. Hakkının yenmesini önlemeyen halkla gerçek demokrasi uygulanamaz. Gerçek demokrasinin uygulanabilmesi için, insanların öncelikle algı kalıpları güncelleştirilmelidir. Demokrasi için, herkese saygı, sevgi ve eşitlik kültürü egemen olmalıdır. En önemli şartsa bizlere bırakılan “laik ve demokratik” cumhuriyetimize sahip çıkarak, egemenliğin kayıtsız şartsız millete, yani bize ait olduğunu göstermektir.
09.06.2022
Hızlı yaşıyoruz, hızlı tüketiyoruz ve tabi ki bunun sonuçlarıyla da bir o kadar hızlı karşı karşıya kalıyoruz. Ne yazık ki bu sonuçlar dünyamız için de ağır oluyor. Giderek büyük bir çöplüğe dönüşmeye başlayan dünyamız için sürdürülebilirlik, geri dönüşüm ve atık yönetimi konuları daha da elzem hale geliyor.Hızlı yaşıyoruz, hızlı tüketiyoruz ve tabi ki bunun sonuçlarıyla da bir o kadar hızlı karşı karşıya kalıyoruz. Ne yazık ki bu sonuçlar dünyamız için de ağır oluyor. Giderek büyük bir çöplüğe dönüşmeye başlayan dünyamız için sürdürülebilirlik, geri dönüşüm ve atık yönetimi konuları daha da elzem hale geliyor.
Bu mesele ile başa çıkabilme konusunda örnek olarak aklımıza ilk Avrupa ülkeleri geliyor. Sokaklarında çok nadir çöp görülen, atıkların evlerde bile ayrıştırıldığı, yere çöp atmanın yasak olduğu bu düzende, geri dönüşüm hareketi sürekli olarak destekleniyor. Geri dönüştürülmeye müsait atıklar geri dönüştürülürken, birçok Avrupa ülkesinde çöpten elektrik veya sıcak su üretilebiliyor. Bu açıdan bakınca geri dönüşüme ve çevreye verilen önem ve ülke ekonomisine sağlanan katkıyı takdir etmemek elde değil. Fakat madalyonun diğer yüzüne baktığımızda durum pek de tozpembe değil. Peki nedir bu başarının ardındaki sır? Ben size anlatayım; püf nokta “ihracat”.
Geri dönüşüm sadece geri dönüştürülebilir malzemelerin geri kazanılması değil; daha ziyade, tam bir ekonomik sistemdir. Plastik çöp ticareti, Dünya genelinde yaygın olarak gerçekleştirilen bir ticaret türü olup, çoğunlukla batıdan doğuya doğru gerçekleşen bu ticaretin ana nedeni, bu atıkları başka ülkelerin daha ucuza “dönüştürdüğü” ya da öyle varsayılması. Haliyle gelişmiş ülkeler bununla uğraşmak yerine çöplerini, çevre yasalarının daha etkisiz olduğu gelişmekte olan ülkelere yolluyor.
Örneğin Almanya çöpünü en iyi ayrıştıran ilk beş Avrupa ülkesinden biri. Almanya ayrıştırmak için topladığı plastik çöpü Avrupa Birliği üyesi olmayan ülkelere satıyor ve böylelikle “çevreci” Almanya vatandaşları, çöplerini ayrıştırarak “yüksek bir bilinçle” yaşadıklarını düşünerek ülkelerinin Dünya’nın “en çevreci” ülkesi olarak görünmesine katkıda bulunuyorlar.
İsveç, Norveç, Danimarka gibi ülkeler çöpleri yakarak enerji üretimine sıcak bakanlardan. Bu yolla gerek elektrik gerekse sıcak su üretimi yapılıyor. Fakat bu durum sanılanın aksine o kadar da çevreci bir uygulama değil. Çöpleri yakarak enerji üretmek adına yapılan ithalat, ihraç eden ülkelere maddi kaynak sağladığı için, geri dönüşüm yerine daha kolay bir seçenek haline geliyor. Asıl amaç özellikle plastik atık üretimin önüne geçmek olmalıyken, imha edilen atıklar nedeniyle yenilerinin üretimi ve tüketiminin önü açılıyor, ki bu da “atık yönetim hiyerarşisine” göre son yapılması gerekenin ilk sırada yapılmasına neden oluyor. Bu durum da giderek yaygınlaşan çöp santrallerine bağımlı olunması endişesini arttırıyor. Fakat bunların yanı sıra bu uygulamanın atıkların depolanması veya toprağa gömülmesindense daha faydalı bir işlem olduğu da kesin.
Çeşitliliği ve yüksek miktarda enerji kullanılması nedeniyle diğer geri dönüşüm malzemelerine oranla daha az geri dönüştürülen plastik, üretiminden bertarafına kadar tonlarca karbon emisyonu salıyor. Fakat buna rağmen karbon ayak izi en büyük olan plastik atık ithalatında “liderliği” ülkemiz Türkiye elinde bulunduruyor. Avrupa Birliği ülkelerinin toplam katı atıklarının yaklaşık yarısını gönderdiği Türkiye’nin ise etkili bir atık yönetim stratejisi yok. Ülke içerisinden çıkan atıkların ayrıştırılmamasından kaynaklı olarak kirli olduğu ve dönüştürülebilir hale gelebilmesi için ciddi masraflarla ayrıştırma/yıkama/kategorize etme gibi ön işlemlerden geçmesi gerektiğinden, halihazırda hiç çöp yokmuş gibi, Avrupa ülkelerinin çöpleri “ithal” edilmeye devam ediliyor. Türkiye çöplerin sadece yüzde 1’ini geri dönüşüme yolluyor, geri kalanı ise maalesef katı atık sahalarına depolanmak üzere gönderiliyor. Çok üzücü olsa da Akdeniz kıyılarının en kirli kıyıları da Türkıye’de.
Avrupa Birliği üye ülkelerinin kendilerini “cam bir fanusla” koruma altına aldığı düşüncesi ve her zaman uyguladıkları “seçicilik” stratejisi burada da kendini gösteriyor. Sözde geri dönüşüm için başka ülkelere gönderilen atıkların, olması gerektiği gibi geri dönüştürülüp dönüştürülmediği veya çevreye zarar verecek şekilde etrafa saçılıp saçılmadığı bilinmiyor ve denetlenmiyor.
Her konuda olduğu gibi bu konuda da küresel-kolektif bilincin önemi ortaya çıkıyor. Yalnızca ülkelerin çıkarlarının düşünüldüğü değil, hep beraber geleceğimizi düşündüğümüz yarınlara..
11.05.2022
Birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramı’nı geride bıraktık. Bu yazımda neden toplumun en şanslı kesiminin işçiler olduğunu uzun uzadıya anlatacağım. Evet doğru okudunuz, “en şanslılar” onlar. Neden mi? Sorunun cevabı çok basittir; çünkü bu kesimin derdi tasası yoktur! Nasıl mı olur, gelin tane tane anlatayım.Birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs İşçi ve Emekçiler Bayramı’nı geride bıraktık. Bu yazımda neden toplumun en şanslı kesiminin işçiler olduğunu uzun uzadıya anlatacağım. Evet doğru okudunuz, “en şanslılar” onlar. Neden mi? Sorunun cevabı çok basittir; çünkü bu kesimin derdi tasası yoktur! Nasıl mı olur, gelin tane tane anlatayım.
Bir kere alın teriyle emek verdikleri işlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yoktur. Kafaları rahattır yani. Yatları, katları, devalüasyon olması halinde bankada bulunan ve değer kaybedecek olan yüklü miktarda paraları yoktur. Düşünmeleri gereken yalnızca evlerinin kirası, elektrik, telefon ve su faturalarıdır. Çevre temizlik vergisini dahi düşünmelerine hacet yoktur, bu vergi halihazırda su faturalarına yansıtılmıştır çünkü. En şanslı kesim oldukları için en çok vergiyi de onlar verirler, dolaylı yollardan yansıtılan vergilerin de vergisini öderler. İşlerine giderken araba sürmek zorunda değildirler, toplu taşıma ile seyahat ettikleri için asla park cezası veya sürat cezası yemezler. Yakıta zam mı geldi diye düşünmelerine gerek kalmaz, AKBİL’lerini doldurmaları yeterlidir. Mesela çiftçinin üretimin devamlılığı adına yakıt, gübre fiyatlarında teşvik indirimine hiç ihtiyacı yoktur, en azından ultra lüks bir gökdelende bulunan dairesinin “dört duvarının” arasına sıkışmamıştır, ekemediği-biçemediği için verimsiz de olsa toprağı vardır, toprak zenginidir.
Enflasyon mu yükseldi, gıda fiyatları mı arttı? Bu hiçbir sorun teşkil etmez. Belki eve götürülecek ekmek miktarında azalma olabilir, fakat onun dışında bir sıkıntı yoktur. Ejder meyvesi, liçi veya starex meyvelerinin en tazesini nereden alabilirim diye kara kara düşünmelerine gerek yoktur. Devlet büyüklerinin yükselen enflasyona çözüm olarak sundukları kıymetli öğün (!) simit-çay ikilisini üç öğün tüketerek enflasyona karşı dimdik ayakta durabilirler. Yani akşama ne yesek derdi de yoktur, menü zaten bellidir.
Aile kurmak için şartlarını zorlamaları gerektiğini herkes bildiğinden, kimse onların kafasını evlen evlen diye ütüleyemez. Hasbelkader evlenirler ve çocukları olursa, para dökmeleri gereken özel okul dertleri de yoktur, çocuklarını devlet okullarında okuturlar.
Hayatları heyecan doludur ayrıca. Genel olarak iş güvenliklerine önem verilmediği için sürekli ölümle burun buruna gelirler. Ola ki bir iş kazası mı oldu, bir işçi mi öldü, derhal literatürden itinayla seçilen kötü örnekler parmakla gösterilir ve işin fıtratının bu olduğuna vurgu yapılarak, yaşanan olayın o kadar da önemli olmadığı belirtilir. Haklarının yenilmesi endişesi taşırlar, fakat bu endişe de onları dinç tutmaya yarar. Hiçbir şeye yetmeyecek maaşlarıyla, bir şekilde her ayı atlatmanın yolunu bulurlar, kısacası sürekli adrenalin sayesinde monoton bir hayatları yoktur.
Şimdi bana hak verdiniz mi? Ne kadar şanslılar (!) değil mi? Durumu açıklamak için hangi yönden bakarsak bakalım, sonuç değişmiyor maalesef. Demem o ki; işçi aslında ne kadar çalışırsa çalışsın fakirleşen, ne kadar çabalarsa o kadar mahrum kalan, en çok o hakketmesine rağmen ürettiği kadar tüketemeyen, hayatı emeğinden ucuz olan kimsedir. Ekonominin gitgide kötüye gittiği, yaşam şartlarının zorlaştığı bu düzende “işçisin sen işsiz kal” denilen kesimdir. Yalnızca “mavi yakalıların” değil, yaka renkleriyle ayırmaksızın çalışan bütün emekçilerin oluşturduğu toplumun en kıymetli sınıfıdır.
Demokrasiler, endüstrileşmeyle ortaya çıkan işçi sınıfının temel demokratik hak ve özgürlükler için verdiği mücadelelerle gelişmiştir. Demokrasi hem işçi sınıfının bir ürünüdür, hem de işçi sınıfının gücünü daha da artırır. Demokratik haklarını kullanmayan, daima sömürülmeye mahkumdur.
İşçinin ve emek veren herkesin emeğinin karşılığını aldığı ve hakkettiği değeri gördüğü, sosyal olarak sınıflandırılmaya izin vermediğimiz, birlik olup dayanıştığımız, elimizi taşın altına koyup birbirimizin hakkını savunduğumuz, en önemlisi demokratik haklarımızın kıymetini bildiğimiz güzel günlere!
13.04.2022
Entelektüellik Entelektüellik Günümüzün globalleşen dünyasında çok sık kullanılan bir terim haline gelen entelektüellik, aslında o kadar üstünkörü kullanılabilecek bir kelime değildir. Pek çok kişiye bilinçsizce yakıştırılan bu terimin bilinenden daha derin bir anlamı vardır. Temel olarak merak ışığında düşünmek eğilimi gösteren kimseleri nitelemek adına kullanılan kelimedir. Fakat yalnızca bilgiye sahip olmak entelektüellik değildir. Önemli olan aktarılan o bilgilerin özgür ve eleştirel bir şekilde bizzat araştırılmış olmasıdır. Aktarılan bilgiler, başkalarına ait olan tabiri caizse “ikinci el” düşünceler olmamalıdır. Gerçek bir entelektüel kendi özgün araştırması ve çıkarımları dahilinde kendine ait yorumları çıkarsız bir şekilde paylaşandır. Entelektüeller, okuyup araştırdıkları bilgileri yorumlayıp hayatla bütünleştirmeye çalışan, kişilerden çok sistemleri eleştirenlerdir. Çıkarları olmaksızın özgürce fikirlerini paylaşan, haksızlık karşısında susmayan, muhalif kişilerdir.FeminizmBir diğer yanlış anlaşılan kelime de “feminizm”dir. Hepimizin mutlaka şahit olduğu amiyane tabir ile “erkek düşmanı” anlamında kullanılan bu kelimenin temelinde düşmanlıktan ziyade, söke söke alınan bir hak arayışı yatar. Merkezinde “kadın hakları” değil “cinsiyetler eşitliği” bulunur. Konu üstünlük değil, eşitlik sağlanmasıdır. Yani amaç daha fazla hakka sahip olmanın aksine, eşit muameledir. Burada savunulan görüş kadın ve erkeğin “aynı” olduğu değil, “eşit” olduğudur. HümanizmBilinenin aksine, aslında iki farklı kavramı tanımlayan kelimedir. Bunlardan birincisi, günümüzde çok yaygın bir şekilde kullanılan, “tüm insanlığın eşitliğini” savunan ve bir o kadar da içi boşaltılmış kavramdır. Ana felsefe olarak “tüm insanlara saygı duyan, onları eşit gören ve bir bütün olarak insanlığa sevgi duyan (!)” düşüncenin aksine, pratikte şahit olduğumuz yaklaşımlar bu felsefeyi inkâr eder niteliktedir. Madalyonun diğer yüzü ise, “sevgi” güzellemesinden çok, derin bir felsefedir. Bu düşünce Rönesans döneminde, dikkatin tanrıdan uzaklaşıp insana odaklanmasıyla ortaya çıkmıştır. Skolastik düşünceye bir tepki olarak doğan bu felsefenin özelliği, insan ve insan aklına olan inançtır. İnsanın ahlaki olana kurallara ihtiyaç duymadan, kendi aklı ile ulaşabileceğini savunur. Devlet-HükümetDevlet ve Hükümet birbirini tamamlayan, fakat birbirinden bir o kadar da farklı olan iki kavramdır. Devlet; toprak parçası, halk ve hükümet olmak üzere üç unsurun oluşturduğu düzendir. Hükümetler ise halkın “yetkilendirdiği” yönetimlerdir. Devlet, hukuk aleminin üstün bir realitesidir. Ona bu değeri kazandıransa egemenlik unsurudur. Egemenlik asli ve en yüksek emir ve kumanda yetkisidir. Mustafa Kemal Atatürk’ün de dediği gibi “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz.” Devletler bakidir, hükümetler ise eleştirilebilir ve değiştirilebilir yapılardır. Hükümetlerin kendinden gelen bir gücü yoktur, bu güç milletten gelir. Burada karşılıklı sorumluluklar ortaya çıkar. Millet yetkilendirdiği hükümeti denetlemekle, hükümet ise attığı adımlarla ilgili halka hesap vermekle yükümlüdür. Yani hükümetleri eleştirmek devletin eleştirilmesi anlamı taşımaz.
VatanseverlikVatan. Uğrunda nice savaşlar verilmiş, acılarla yoğurulmuş toprak. Peki vatanseverlik nedir? Sizce yalnızca vatansever olduğunu vurgulamakla veya yalnızca “vatana canım feda” nidaları atmakla vatansever olunur mu? Bence her ikisiyle de olunmaz. Vatanseverlik, milli duyguların sömürülmesine izin vermemek, bulunduğu konumu kendi kişisel çıkarları için kullananları, milletin refah seviyesini düşürenleri, yolsuzluk yapanları yetkilendirmemektir. Unutmayın makamlar kişileri değerli kılmaz, kişinin doğru yaptırımları makamı anlamlandırır. Vatanseverlik büyük zorluklarla elde edilmiş vatanın yalnızca topraklarını korumak değil, aynı zamanda eleştirmekten korkmamak, yanlış muamelelerin karşında durmaktır. Gerçek vatansever, aklını ve hür vicdanını kullanarak sorgular, denetler.LaiklikLaiklik genel tanımıyla, din ve devlet işlerinin, inanç ve siyasetin ayrı olarak düşünülmesini gerektiren bir devlet tipolojisidir. Laiklik, sosyal hayatta din kurallarına tabi olmayan hukuk anlayışını ifade etmektedir. Herkesin inancını hür bir şekilde yaşamasını amaç edinen ve koruma altına alan bu yapı sayesinde, kararlar ve politikalarla milletin hür vicdanına ve inançlarına karışılması engellenir. Unutmayın devlet veya hükümet kavramları bireysel olarak kişileri değil makamları niteler. Bu nedenle devletlerin dini olmaz, olmamalıdır. Kanunları yürütmekle görevli olan hükümet de din karşısında tam bir bağımsızlığa sahip olmalıdır. Kavram kargaşaları, insanların birbirini anlamasına mâni olur. Bunun sonucunda ülke bütünlüğüne zarar verici sosyal problemler ortaya çıkar. Birbirimizi daha iyi anladığımız veya anlamaya çalıştığımız, araştırdığımız, sorguladığımız güzel günlere!
16.03.2022
Bu kelimeyi duymak bile tüylerimizi diken diken ediyor, değil mi? Ağzımızdan kolayca çıkıveren, fakat tecrübe edenler için sonuçları ağır olan vahim durumun adıdır savaş. Savaşın haklı bir tarafı ve kazananı olmadığı kesin. Hiç şüphesiz, şu sıralar dünyanın gündeminde olan yegâne konu bu. Bütün dünya Ukrayna- Rusya savaşına kilitlenmiş durumda. Avusturya ve Türkiye de dahil olmak üzere çoğu ülke savaşa karşı olduklarını belirten resmî açıklamalarda bulundular. Uluslararası kamuoyunda duruma karşı ciddi bir tepki var. Gerek Amerika ve NATO gerekse Avrupa Birliği konuyla yakından ilgileniyorlar. Rusya’ya karşı başta ekonomik olmak üzere çeşitli yaptırımlar uygulanıyor. Ukrayna’da bulunan vatandaşlar, Avrupa ve civarı ülkelere “olması gerektiği gibi” ivedilikle tahliye ediliyor. Bu kelimeyi duymak bile tüylerimizi diken diken ediyor, değil mi? Ağzımızdan kolayca çıkıveren, fakat tecrübe edenler için sonuçları ağır olan vahim durumun adıdır savaş. Savaşın haklı bir tarafı ve kazananı olmadığı kesin. Hiç şüphesiz, şu sıralar dünyanın gündeminde olan yegâne konu bu. Bütün dünya Ukrayna- Rusya savaşına kilitlenmiş durumda. Avusturya ve Türkiye de dahil olmak üzere çoğu ülke savaşa karşı olduklarını belirten resmî açıklamalarda bulundular. Uluslararası kamuoyunda duruma karşı ciddi bir tepki var. Gerek Amerika ve NATO gerekse Avrupa Birliği konuyla yakından ilgileniyorlar. Rusya’ya karşı başta ekonomik olmak üzere çeşitli yaptırımlar uygulanıyor. Ukrayna’da bulunan vatandaşlar, Avrupa ve civarı ülkelere “olması gerektiği gibi” ivedilikle tahliye ediliyor.
Avrupa’nın da çokça vurgu yaptığı, Hümanizmin doruk noktalarda savunulduğu bu günlerde, çeşitli Dünya vatandaşları gerek sosyal medyada gerekse günlük söylemlerinde, içinde bulunduğumuz 21. yüzyılda savaşa şahit olmaktan utanç duyduğunu ve kabul edilemez olduğunu vurguluyor. Peki o halde hatırlayalım; 2011’de Suriye’de başlayan savaşa da 21. yüzyılda şahit olmadık mı? Peki Suriye vatandaşları, savaş esnasında derhal tahliye edilmesi gereken “insanlar” değiller miydi? Fazlasıyla önem verildiği iddia edilen “hümanizm felsefesi” o sıralarda Avrupa tarafından neden görmezden gelindi? Tarih unutmaz, bizler de hatırlamalıyız. Avrupa’nın gerçekten çok ağır sonuçları olan Suriye savaşı esnasında, sığınmacıları hangi şartlar altında kabul edeceğini belirlediği “uzun uzun” toplantıları hatırlayalım. Hümanizmin başladığı yerde yararcılık yoktur, fakat o sırada yalnızca Avrupa ülkelerine fayda sağlayacak “kalifiye” sığınmacıların kabul edileceğinin açıklandığına hepimiz şahit olduk.
Bu “zorlu” toplantıların ardından, Avrupa Birliği ülkelerinin sığınmacılar tarafından sağlanması gereken “şartlar” belirlediğini unuttuk mu? Peki şu zamanlarda Ukrayna’daki siviller için “doğru” bir şekilde icra edilen hümanizm politikası o sırada neredeydi? Ne de olsa savaş Avrupa’dan uzakta, Ortadoğu’daydı. “Hümanizm ve savaşa karşı politikalar” konu Ortadoğu olduğunda geçerliliğini yitiriyor mu? Savaşın neredeyse tüm yükünü Türkiye’nin kaldırdığı o dönemlerde, genele oranla çok az sığınmacı kabul eden Avrupa ülkeleri, demografik yapıları bozulmadığı için memnundu. Bunun yanı sıra tabiri caizse durumu bir “savaş oyunu” gibi gören Avrupa Birliği’nin çeşitli üye ülke vatandaşlarının, canları çektiğinde üşenmeden taa Suriye’ye kadar gidip çeşitli ayrılıkçı gruplara katılarak savaşa dahil olduklarına da şahit olduk. Peki nerede kaldı savaşı kınayan barışçıl söylemler? Keşke şu sıralar savunulan savaşa karşı tutumlara ve uygulanan yaptırımlara Suriye savaşı esnasında da şahit olabilseydik. Fakat maalesef “keşke” deyince savaşın izleri silinmiyor. Senelerdir Avrupa Birliği’ne giriş şartlarını yerine getirmeye çalışan, mültecileri “Avrupa’nın yerine” kabul eden ve her şeye rağmen hala “kapıda oyalanan” Türkiye’nin aksine, Ukrayna için diğer Avrupa Birliği ülkeleri tarafından ivedilikle Birliğe üyelik kabulü çağrısı yapıldı.
Uluslararası durumlarda tarafsız kalmayı yeğleyen ülkelerden Finlandiya, İsviçre ve hatta Avusturya bile “Daimî tarafsızlık yasası” kapsamında tarafsızlık misyonunu görmezden gelerek Rusya’ya karşı açıkça tutumlarını ortaya koyuyorlar. Tarafsızlık statüsüne sahip ülkeler Ukrayna'ya askeri ekipman yardımı göndereceklerini dahi açıkladılar. Tarafsızlık ilkesinin görmezden gelinmesinin belirtilen sebebi ise, sorunun tüm “Avrupa'nın güvenliğini” ilgilendirdiğiydi. Maalesef yine ve yine en önemli mesele kendi akvaryumunda olan Avrupa ve onun güvenliği. Şahit olduğumuz bu ayrımcı tutumlar, ne yazık ki Avrupa’nın insan ve coğrafya ayırdığını, kendi çıkarlarını her şeyin üstünde tuttuğunu ve iki yüzlü bir politika yürüterek “sözde hümanizm” felsefesi güttüğünü ortaya koyuyor.
Savaşın vicdana aykırı olduğu kesin, peki ya milletlere göre değişkenlik gösteren Avrupa Birliği tutumu vicdana aykırı değil mi? Avrupa’nın ve özellikle Avusturya’nın sığınmacılara karşı sergilediği ayrımcı politikalar bir an önce gözden geçirilmelidir, gerek hukuki gerekse ahlaki açıdan değişiklikler yapılması elzemdir. Her ne kadar geçmişte yürütülen ayrımcı politikanın izlerini silemeyecek olsa da, Avrupa birliği tarafından özür niteliğinde olan ortak bir açıklama yapılmalıdır. Hiçbir ülke vatandaşının canı, bir diğer ülke vatandaşının canından kıymetli değildir. Hiçbir acının başka bir acıdan farkı yoktur. Savaş her nerde hasıl oluyorsa savaştır ve duruma yönelik güdülen politikalar aynı eksende olmalıdır. Savaşa karşı ortaya koyulan tutumun her coğrafya için geçerli olduğu, çıkarların değil, insanlığın kazandığı günleri görmek dileğiyle!
9.02.2022
Demokrasi, özgürlükler ve sansür birbiri ile sıkı ilişki içerisinde bulunan paradigmalardır. Demokrasiler temel hak ve özgürlüklerin yasalar yoluyla koruma altına alındığı, bireysel ve toplumsal hayatı etkileyen kültür ve zihniyet biçimleridir. Hür varlıklar olarak, özgürlüklerimizin korunması adına tabiri caizse “kölesi” olduğumuz tek düzen hukuk kuralları olmalıdır. Hukuk kurallarının güvencesi ise devlet otoritesidir. Fakat hukuk kuralları iyi uygulayıcılar olmadan de facto olarak işlevsizleşirler. Demokrasi, özgürlükler ve sansür birbiri ile sıkı ilişki içerisinde bulunan paradigmalardır. Demokrasiler temel hak ve özgürlüklerin yasalar yoluyla koruma altına alındığı, bireysel ve toplumsal hayatı etkileyen kültür ve zihniyet biçimleridir. Hür varlıklar olarak, özgürlüklerimizin korunması adına tabiri caizse “kölesi” olduğumuz tek düzen hukuk kuralları olmalıdır. Hukuk kurallarının güvencesi ise devlet otoritesidir. Fakat hukuk kuralları iyi uygulayıcılar olmadan de facto olarak işlevsizleşirler.
Hak ve özgürlükler, özgür bireylerin fikirlerini yasak, baskı ve tabunun bulunmadığı ortamlarda ifade edilebildiği müddetçe gelişirler ve böylelikle çağdaş ve sorgulayıcı bir toplum oluştururlar. Bu bağlamda düşünce ve ifade özgürlüğü toplumsal gelişimin, üretimin ve sürdürülebilir kalkınmanın en önemli kaynaklarındadırlar. İfade özgürlüğü mutlak değil, sınırlanabilir bir haktır. Ancak devletlere tanınan sınırlama yetkisi sınırsız değildir ve bu yetki belirli ölçütler çerçevesinde kullanılabilmektedir.
Demokrasi zırhına bürünerek varlığını sürdüren sansür bu müdahalelerden biridir. Örneklerini Avrupa da dahil olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde gördüğümüz bu müdahale biçiminin kökeni, Latince “cencere” kelimesine dayanmaktadır. “Hüküm vermek” anlamına gelen bu arketip, çeşitli eylemlerin çeşitli yollarla kontrol altına alınmasının bir metodudur. Bu müdahale biçiminin uygulama alanı, çağdaş toplumlarda bir baskı aracı olarak nitelendirilmesi sebebiyle giderek daraltılır. Yani sansür, ülkelerin gelişmişlik düzeyi ile ters orantılıdır. Sahip olduğu gücü kaybetme korkusu taşıyan otoriter yönetimlerde, sansür toplumsal baskı mekanizmasının en değerli parçası haline getirilir.
2020 yılında %75’ini sahne sanatlarıyla uğraşan katılımcıların oluşturduğu, Türkiye’de yapılan bir anketin sonuçları da bu durumu açıkça ortaya koymaktadır. Bu ankete göre; sansür denilince akla en çok gelen üç kelime “yasak, baskı ve korku” dur. Bunun yanı sıra ülkedeki kötü veya yetersiz sosyal ve ekonomik şartların iyileştirilmemiş olması, kişilerin mesleki ve ekonomik kaygılarını tetiklediği için, sansüre karşı koyulmasının engellenmesi kolaylaşır.
Sonuç olarak “istikrarla” devam eden müdahalelerle sansür egale edilmiş olur. Bu durum toplumu tektipleştirerek daha da tehlikeli olan prototiplerin ortaya çıkmasına neden olur. Yapılan müdahalelerin endişe verici sonucu “otosansürü” meydana getirir. Bu son durumda kişi veya kurumlar dışarıdan bir müdahaleye gerek kalmadan kendi kendilerini sansürlemektedirler.
Yaratılan bu korku toplumunda artık yalnızca düşüncelerin paylaşılması veya ortaya koyulacak eserler bağlamında değil, aynı zamanda aktivitelerin belirlenmesinde, giyim kuşam seçiminde, edilen sohbetlerde, ne yenilip ne içileceğine karar verilmesinde ve hatta anonim anketlere katılımlarda bile otosansür devreye girmeye başlar. Benimsenen tutum “politik doğruculuk” eksenindedir. Bu da yetmezmiş gibi kişilerin birbirlerinin izzet-i nefislerine karışmayı kendilerine hak görmesiyle, daha da büyük bir felaket olan kargaşa toplumuna dönüşmeye başlanır. Kişilerin dikkati, irdelemesi ve sorgulaması gereken yönetim sisteminden kayar ve bütün eforunu birbirini yargılamak için harcamaya başlar. Bunun sonucunda denetlenmeyen yönetim daha da güçlenir ve güçlendikçe baskısını arttırır.
Düşüncenin gücünden korkan egemen güçler sansüre sarılmışlardır. Toplum maruz kaldığı kontrolcü güç karşısında yavaş yavaş benliğini yitirmeye başlar. Fakat eylemlerin değeri başarısıyla değil, yöneldiği amacın ahlaklılığıyla ölçülür. Yönetimler gelip geçicidir ve sansür gücün değil, korkunun simgesidir. Korkması gereken haksız ve hukuksuz olandır. Engeller merakı cezbeder, baskı özgürlüğün kıymetini ortaya çıkarır.
Unutmayın ki cesur insan, özgür insandır. Hukuki çerçeveyi aşan muamelelerin meşrulaşmasına kapı aralayan kilit kavram rızadır. Toplumun farkında olarak veya olmayarak izin vermediği hiçbir şey vuku bulamaz. Dolayısıyla yapılması gereken, subliminal veya açık baskılarla ortaya çıkan bu öğrenilmiş çaresizlik durumundan iradenin kullanılmasıyla sıyrılıp, fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller olarak, özgürlük ve bağımsızlığı karakter haline getirmektir.
13.01.2022
2022’ye merhaba dediğimiz bu günlerde, ele alınması gereken ilk konu 2021 yılında neler yaşadığımız olmalı bence. Malum insanoğlu unutkan bir varlık, hatırlamakta, hatırlatmakta fayda var. 2021 yılı da, geride bıraktığımız diğer seneler gibi doğrularımız ve yanlışlarımızdan oluşan bir yıl sonu karnesi niteliğinde kayıtlara geçti. Peki 2021 yılında yaşadıklarımızdan ders çıkarmayı mı, yoksa unutup aynı şeyleri tekrarlamayı mı seçeceğiz, bunu hep beraber yaşayarak göreceğiz. Hadi 2021’in öne çıkan başlıklarını birlikte hatırlayalım.2022’ye merhaba dediğimiz bu günlerde, ele alınması gereken ilk konu 2021 yılında neler yaşadığımız olmalı bence. Malum insanoğlu unutkan bir varlık, hatırlamakta, hatırlatmakta fayda var. 2021 yılı da, geride bıraktığımız diğer seneler gibi doğrularımız ve yanlışlarımızdan oluşan bir yıl sonu karnesi niteliğinde kayıtlara geçti. Peki 2021 yılında yaşadıklarımızdan ders çıkarmayı mı, yoksa unutup aynı şeyleri tekrarlamayı mı seçeceğiz, bunu hep beraber yaşayarak göreceğiz. Hadi 2021’in öne çıkan başlıklarını birlikte hatırlayalım.
Bir kere Corona gerçeğiyle bütün dünya sert bir şekilde yüzleşti. Bana göre Dünya’nın en adil salgın hastalığı olan Corona, bu günlerde pek az şekilde vuku bulan “adaleti” hissetmemi sağlayan yegâne şey oldu. Neden mi böyle söylüyorum? Çünkü hastalıkların bile coğrafya seçtiği adaletsiz dünya düzeninde, Coronavirüsün küresel bir pandemiye sebep olması, geçirdiğimiz kötü günlere farklı bir perspektiften bakmamı sağladı. Geçmişte salgın hastalıklar çoğu zaman gelişmemiş ve yoksul ülkelerde baş gösterirken, Coronavirüs genç-yaşlı, fakir-zengin, Avrupa-Afrika dinlemeden bütün Dünya’da neredeyse aynı etkiyi gösterdi. Corona tüm insanlığa, aynı dünyada yaşadığımızı bir kez daha hatırlattı. Bizleri senkronize şekilde hareket ederek, global önlemler almaya ve ortak bir çözüm bulmaya mecbur kıldı. “Bir musibet bin nasihatten yeğdir” sözü, bizlere bu bilinci empoze edecek en kestirme şekilde doğruluğunu kanıtladı.
Peki sizce 2021’de yaşam tarzımız da fazlaca değişmedi mi? Global pandeminin de etkisiyle daha içe kapanık bir hale geldik. Alışverişler, toplantılar, dersler… Her şey internet üzerinden halledilir oldu. Bu sert değişime herkes alışmak zorunda kaldı ve yeni “normalimiz” ortaya çıktı.
Yeni düzenle beraber, gerçeklik tanımımızdaki değişim de hayatlarımızda büyük ölçüde yer kaplamaya başladı. “Sanal” kelimesi, gerçekliğe bakış açımızı kökünden değiştirdi. Sanal paralar, oyunlardaki sanal alışverişler, sosyal medyada maruz kaldığımız sanal-yapay güzellikler… Her şey takip edilmesi hiç de kolay olmayan bir şekilde hızla değişmeye başladı. Fakat doğaya saygı duyarak iç içe yaşamaya bir türlü alışamayan insanlık, sanal ortamda hızla değişen akımlara ayak uydurmakta hiç de zorluk çekmedi.
Hiç şüphesiz 2021 yılının en dikkat çeken gündemlerden biri de iklim değişikliğiydi. Durumun Dünya genelinde kendini hissettirmesiyle, Haziran-Temmuz aylarında şarıl şarıl yağmur da yağdı, Kasım ortasında “pastırma sıcakları” da görüldü. Devamında önü alınamayan orman yangınları, yeşil hazinemize büyük ölçüde zarar verdi. Yılın kapanışında ise sert bir enflasyonla yüzleştik. Fakat hiç şüphesiz ki en ağır bilançolardan biri Türkiye’de görüldü. Türkiye enflasyonda dünyada 11'inci, Avrupa'da ise birinci sırada. Halkın enflasyon ve zamlar karşısında eriyen maaşlarıyla geçinebilmeleri adına sunulan “çözüm önerileri (!)”, çay ve simit ikilisi eşliğinde “tasarruf güzellemelerinden” öteye gitmedi. Bu söylemlerle, “doğaya saygı” paralelinde bir tasarruf bilinci aşılamaktan çok, “şükür toplumu” oluşturmanın amaçlandığını anlamak pek de zor değildir.
Fakat emin olun ki, bir toplumda, bir şeylere erişmek ne kadar zor ise, aynı ölçüde tüketim açlığı ortaya çıkar. Bu da toplumu, çağımızın en büyük sorunlarından biri olan “tüketim toplumuna” dönüştürür. “Refah seviyesinin yükselmesiyle” durum yavaş yavaş ortadan kalkmaya başlar.
Çok sevilen eğlence içerikli bir uygulamanın kapatılacağının gündeme geldiğini varsayalım, buna karşı gerek sosyal medyada gerekse sosyal hayatta çok büyük tepkiler verileceğini söylersek yanılmış olmayız. Peki ekonominin çöküşü ve bu durumla ilgili verilen anlamsız öğütler, git gide artan işsizlik, öğrencilerin yaşadıkları zorluklar, yaşam standartlarının düşmesi ve dahasına karşılık tepkisizleşmiş, hissizleşmiş olmamız, olanları ve olacakları bekler hale gelmemiz, sizce de korkutucu değil mi? Kaderci ve kabullenici bir topluma dönüşmek, bir toplumun başına gelebilecek en acı sondur. Çok tehlikelidir ve o toplumun yok olmaya başladığının sinyallerini verir. Karşılık bulsun ya da bulmasın, sorgulamak, haklarımızın bilincinde olup onları savunmak, düşünen varlıklar olarak temel görevimizdir.
Haklarımız bizlere verilen “lütuflar” değillerdir ve hatalar ders çıkarıldığı müddetçe kıymetlidir. Hatalarımızdan ders çıkardığımız, hepimizin aynı gemide olduğunu anladığımız, şartların bütün insanlar için olabildiğince eşit olduğu bir sene olsun. Kimsenin bir başkasını ötekileştirmediği, dünyaya daha geniş perspektiflerden bakabildiğimiz, insana ve doğaya hakkettiği değeri verdiğimiz, sağlıklı bir yıl geçirmemiz dileğiyle…
14.12.2021
Hadi gelin bu sefer yazımıza “çağrışım oyunu” oynayarak başlayalım. “Şiddet” kelimesi size ne çağrıştırıyor? Bana maalesef “Kadın”ı çağrıştıryor. Neden mi? Çünkü Kadına yönelik şiddet, Kadın cinayetleri, cinsel istismar ve tecavüzler, iş hayatı veya özel hayatta karşılaşılan mobbingler ve dahası her geçen gün artarak devam ediyor. Gelin beraber istatistikleri irdeleyelim.Hadi gelin bu sefer yazımıza “çağrışım oyunu” oynayarak başlayalım. “Şiddet” kelimesi size ne çağrıştırıyor? Bana maalesef “Kadın”ı çağrıştıryor. Neden mi? Çünkü Kadına yönelik şiddet, Kadın cinayetleri, cinsel istismar ve tecavüzler, iş hayatı veya özel hayatta karşılaşılan mobbingler ve dahası her geçen gün artarak devam ediyor. Gelin beraber istatistikleri irdeleyelim.Güncel rakamlara göre, Kadın cinayetlerinde Avrupa’da başı Romanya çekiyor. Slovenya’da ise Kadınların %13'ü yaşamları boyunca en az bir kere fiziksel ya da cinsel şiddete maruz kaldığını açıklıyor. Almanya'da Kadına yönelik şiddet vakaları son bir yılda %10 arttı. Bakanlığın verilerine göre Almanya’da ortalama her üç günde, bir Kadın öldürülüyor. İstatistiklere göre Almanya’da yaşayan her üç Kadından biri hayatlarında en az bir defa cinsel taciz veya fiziksel şiddet görüyor. Hollanda’da her 8 Kadından biri cinsel taciz ve şiddete maruz kalıyor.Türkiye’de ise durum daha da vahim. “Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu”nun verilerine göre yalnızca Ekim ayında erkekler tarafından 18 Kadın öldürüldü, 19 Kadın şüpheli şekilde ölü bulundu. Kasım ayına kadar toplanan verilere göre toplam 353 Kadın öldürüldü. 2020 raporuna göre toplam Kadın cinayeti sayısı 410. Bu veriler ışığında görüyoruz ki ekonomide sergilenmesi gereken istikrar maalesef Kadın cinayetleri sayısında gözlemleniyor.Dünya Sağlık Örgütü’nün 2000-2018 yıllarını kapsayan raporuna göre, dünyadaki her üç Kadından biri hayatında en az bir kez şiddete maruz kaldı. Yani, dünyada 736 milyon Kadın şiddet mağduru. Rapora göre Kadınların büyük çoğunluğu, yani 641 milyonu, evliliğinde ya da partneriyle ilişkisinde şiddete uğradı. Raporda Kadınların %6'sının ise ilişkisi olmadığı bir erkeğin saldırısına maruz kaldığı aktarıldı. Ayrıca belirtmek gerekiyor ki, raporun Kadına karşı şiddetin artış gösterdiği pandemi dönemini kapsayan 2020 yılı göz ardı edilerek hazırlanmış olması. Bu rapor Dünya Sağlık Örgütü üyesi 194 ülkede yapılan 300'den fazla araştırma değerlendirilerek hazırlandı.Avrupa Konseyi tarafından desteklenen, 45 üye ülke ve Avrupa Birliği tarafından imzalanan İstanbul Sözleşmesi, Kadına karşı şiddetin önlenmesi ve şiddete karşı mücadele edilmesi konusunda hukuki bağlayıcılığı bulunan ilk uluslararası belgedir. Böylelikle sözleşmeyi imzalayıp, uygulamaya koyan bütün devletlerin Kadın vatandaşları küresel ve ortak haklara sahip oluyorlar. Bu Sözleşme olması gereken temel standartları ve devletlerin konuyla ilgili yükümlülüklerini belirleyen bir “insan hakları sözleşmesi” niteliğindedir. İstanbul'da imzaya açılmış olduğu için "İstanbul Sözleşmesi" olarak anılan sözleşmeyi, Rusya ve Azerbaycan Avrupa Konseyi üyesi ülkeler olmalarına karşın imzalamamış, fakat Türkiye Cumhuriyeti Devleti sözleşmeyi imzalayan ve çekincesiz onaylayan ilk devlet olmuştu. 7 ülke daha sözleşmeyi imzalamayı reddetmiş, 11 ülke ise imzaladığı halde yürürlüğe koymamıştı. 1 Ağustos 2014’te yürürlüğe giren sözleşme için Türkiye Cumhuriyeti Devleti, imza aşamasında sergilediği öncü duruşuyla tutarlı(!) olarak, söz konusu anlaşmayı imzaladıktan sonra çekilen “ilk” ülke unvanını da büyük bir başarıyla elde etti. Bir kesimin sözleşmenin Türkiye'deki aile yapısına ve toplumun geleneksel değerlerine zarar vereceğini savunmasına karşılık, sözleşmenin gerekliliğini savunan kesimin bütün itirazları göz ardı edilerek, geri adım atılmadı. Avrupa Konseyi de, Kadınların şiddete karşı korunmasını hedefleyen İstanbul Sözleşmesi'nin imzaya açılmasının onuncu yılında, tüm üye ülkelere sözleşmeyi yürürlüğe sokmaları çağrısı yaptı. Sözleşmeden çekilmek bile, Kadınların maruz kaldığı kötü muameleleri sergileyen yetersiz varlıkları cesaretlendirmiş, bugüne kadar atılan bütün adımlara ve ilerlemelere, ki bu konuda atılan adımlar her ne kadar yetersiz olsa da, zarar vermiştir. Aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti Devleti, iç hukuku göz önüne alındığında, sözleşmede şiddete karşı alınacak tedbirler tanımlanırken kullanılan (önleme, koruma, kovuşturma ve politika oluşturma) dört başlığı kısmen kapsamaktadır ve bu durum da sözleşmeden çekilmenin pratikte yarattığı boşluğu derinleştirmektedir. Küresel ve kazanılmış hakların Kadınların elinden alınması ve uluslararası sözleşmenin bir kişinin kararı ile feshedilmesi, gerek vicdana gerekse hukuka aykırıdır. Bir Kadını öldürmenin, şiddet uygulamanın ve aşağılamanın hiçbir mazereti yoktur. Şiddet bir insan hakları ihlalidir. Bugüne kadar hakları ihlal edilen Kadınlara desteğimi bildirmek ve katledilen Kadınlarımıza dikkat çekmek adına, “Kadın” kelimesinin baş harfini bilinçli bir şekilde büyük yazmayı tercih etmiş olmamın yarattığı imla yanlışlığı fark edildiyse şayet, Kadınların haklarının göz ardı edildiği gibi göz ardı edilebilir diye düşünüyorum. Ne de olsa yaptığım hareket yazım kurallarına aykırı olsa da, en azından vicdana aykırı değil…
10.11.2021
Ekonomi, bir ülkenin bağımsız bir şekilde var olabilmesi için stabilize edilerek güçlendirilmesi gereken 4 temel ayaktan bir tanesidir. Ekonomik kalkınmanın ölçümünde işsizlik oranı, bu oranın artış hızı, enflasyon oranı ve zam oranları göz önünde bulundurulur. Son günlerde memleketim olan Türkiye’de yaşanan ekonomik çalkantılarla ilgili istatistiki bilgiler ile yetkili mercilerin açıklamalarının çelişme durumunu gelin hep beraber tarafsız bir şekilde inceleyelim ve sonuca karar verelim.Ekonomi, bir ülkenin bağımsız bir şekilde var olabilmesi için stabilize edilerek güçlendirilmesi gereken 4 temel ayaktan bir tanesidir. Ekonomik kalkınmanın ölçümünde işsizlik oranı, bu oranın artış hızı, enflasyon oranı ve zam oranları göz önünde bulundurulur. Son günlerde memleketim olan Türkiye’de yaşanan ekonomik çalkantılarla ilgili istatistiki bilgiler ile yetkili mercilerin açıklamalarının çelişme durumunu gelin hep beraber tarafsız bir şekilde inceleyelim ve sonuca karar verelim.Öncelikle Ekonomik krizin aşamalarını inceleyelim. İlk aşama “manipülasyondur”. Bu aşamada öncelikle fiyatlarda ani yükselişler meydana gelir. Beklenti artık fiyatların giderek daha da artacağı yönünde gelişir. Böylelikle fahiş ve dengesiz fiyatlar ortaya çıkar ve piyasanın kendini manipülasyonun kısır döngüsü başlamış olur. Fiyatlar yükseldikçe yeni yan varlıklar ortaya çıkmaya başlar ve çok büyük kazançlar elde edilmeye başlanır. Bu durum olaya buz kompresi yapar, risk ve getiriler doğru ve sağlıklı hesap edilemez olur, herkes bir şekilde kazanıyordur, böylelikle kimse o buzun erimeye başladığını fark edemeden kriz derinleşmeye başlar. Hükümetler de hane gelirlerinin artması ile oluşan pozitif tablodan dolayı olaya müdahil olmamaya çalışırlar, hatta düzenleyici ve denetleyici otoriteler de gelişmeleri seyretmeyi tercih ederler. Geçici pansumanın etkileri kısa olur.Yatırımcının güveni azalır ve ekonomik beklentilerin bozulmaya başlaması ile ikinci aşama ortaya çıkar. Bu aşamada “belirsizlik sendromu” baş gösterir. Artık yatırımcının güveni azalmış ve ekonomik beklentiler hayal kırıklığı yaratmıştır. Ekonominin şekillenmesinde önemli rol oynayan yatırımcılar analiz, tahmin, sezgi ve tecrübeleri ile fiyatları iyice şişen piyasadan şüphe ederek temkinli davranmaya başlarlar. Böylelikle fiyatların düşmesi gerektiğine olan inanış güçlenir. Fiyatların düşeceği doğrultusunda şekillenmiş olan bekleyişler, satışlara; satışlar ise fiyatların düşüşüne neden olur. Fiyatlardaki devamlı düşüş ise, negatif beklentileri daha da güçlendirir ve benzer sarmal bu kez ters yönlü yaşanmaya başlanır. Fiyatlarda görülen ani düşüşlere rağmen, alım gücü azaldığı için, bu ters yönlü hareket piyasaları canlandırmaya yetmez. Böylelikle kaçınılmaz son olan üçüncü aşamaya girilmiş olur. Bu aşama “çöküş” aşamasıdır. Önemli bir kâr marjı elde etmek amacıyla yapılan yatırımların piyasada karşılık bulamaması sonucu, mali tablolar iyice bozulur. Taleplerin düşüşü nedeniyle şirketler üretimi yavaşlatırlar. Böylelikle hayatta kalma ve maliyetleri düşürme mücadelesi başlar. Bunun sonucunda işten çıkarmalar hız kazanır, işsizlik oranı tavan yapar. Kimi şirketlerin sonu konkordato olur. Bu şekilde bitti mi dersiniz? Hayır bitmedi, bitiş noktası asıl şimdi yaklaşılmaktadır.Sıra son aşama olan “dip”tedir. Ekonomi artık negatif yönde gidebileceği son noktaya varmıştır, yani dibe vurmuştur. Artık piyasalarda volatilite azalmıştır. Elde bulunan varlıklar likidite sağlama amacı ile çok düşük fiyatlardan elden çıkarılmaya gayret edilirler, fakat alım gücü düşmüş olduğundan dolayı talepler de düşmüş olur ve böylelikle kısır döngü oluşur. Kulağa tanıdık geldi mi? Türkiye’de günden güne ardı arkası kesilmeden yapılan zamlar ve denetimsiz piyasa fiyatları düşünüldüğünde, durumun tam da bu olduğunu anlamak pek de zor değildir. Fakat ekonomik çöküşün bütün adımları yaşanıyor olmasına karşılık, Türkiye’de enflasyona rağmen yaklaşık %20 büyüme sağlandığı açıklandı. Bahsi geçen büyüme oranı, İkinci çeyreklerin kıyaslaması ile ortaya çıkıyor. Fakat 2020 yılı ikinci çeyreği Covid'in baş gösterdiği ve tüm ekonomik ağır etkilerini görüldüğü zaman dilimini kapsadığından dolayı, 2020'deki katma değer çok düşmüştü ve ekonomi %10 küçülmüştü. Sonuç olarak o dönemin en düşük performansı ile bu dönemin iyileşme performansı kıyaslanması sonucu, bu derece yüksek bir büyüme oranı ortaya çıkıyor. Yüksek enflasyon, dengesiz fiyatlar Euro bölgesinin ekonomik güvenini sarsılmasına neden oluyor ve yabancı yatırımcıları da olumsuz etkiliyor. Bunun yanı sıra ihraç ettiğimiz ürünleri ithalat yapmadan üretemememiz, paralel bir olumsuz etki yaratıyor. En önemlisi Türk lirası, 2021 yılında gelişmekte olan ülke para birimleri arasında Dolar karşısında en çok değer kaybeden para birimi olarak liderliğini koruyor. İlk 10 ay için TL’nin Dolar karşısında değer kaybının %30’u bulması, her 1 TL’lik artış için Türkiye’nin toplam borcunun 444 milyar Lira artmasına neden oluyor. Bütün bunları göz önünde bulundurunca, “Türkiye’de ekonomi şahlanıyor mu, yoksa batıyor mu?” Karar tamamen size kalıyor…
13.10.2021
“Hayvan hakları” ülkelerin gelişmişlik düzeylerinin belirlenmesinde önemli bir mihenk taşı haline gelmiştir. Hayvanlara ve hayvan haklarına fazlasıyla önem veren Avrupa’nın sokaklarında sahipsiz evcil hayvanlar görmek neredeyse imkansızdır. Peki ama neden, hiç düşündünüz mü? “Hayvan hakları” ülkelerin gelişmişlik düzeylerinin belirlenmesinde önemli bir mihenk taşı haline gelmiştir. Hayvanlara ve hayvan haklarına fazlasıyla önem veren Avrupa’nın sokaklarında sahipsiz evcil hayvanlar görmek neredeyse imkansızdır. Peki ama neden, hiç düşündünüz mü? 1900’lerden itibaren, “popülasyonu kontrol altına almak” kisvesi altında sokak hayvanlarının öldürülmesi, “sistematik” bir şekilde nüfuslarının azalmasına yol açtı. Bu girift uygulamalardan biri, barınaklara alınıp sahiplenilmeyen ve tabiri caizse artık “yer kaplayan” hayvanların ateşli silahlarla öldürülmesiydi. Fakat silahla vurma gibi kanlı yöntemlerin insanlarda yarattığı “görsel kaygı” itici güç olacak ki, insan gözünü rahatsız etmeyecek “insancıl(!)” alternatif yöntemler uygulanmaya başlandı. Bunlardan bazıları; hayvanlar için dekompresyon odaları, elektrikle öldürme ve gaz odalarıdır. Bütün bu uygulamalar geçmişte kaldı diyeceksiniz, fakat 2012 yılında Ukrayna’da on binlerce köpeğin Avrupa Futbol Şampiyonası öncesinde yakılarak öldürülmesi, geçmiş uygulamaların yankılarının hala devam ettiğinin acı bir kanıtıdır. Her gün binlerce canlı hayvan üzerinde gerçekleştirilen tıbbi ve kozmetik deneyler, spor amacıyla yapılan avlanmalar, besi hayvanlarının aşırı tüketimi insanoğlunu “etik” açıdan düşünmeye zorlamaktadır.2017 verilerine göre Avusturya’da 264 bin hayvan yapılan deneyler sonucu öldü.2017 yılında Almanya 1.793.299 hayvanı deneylerde kullandı.Amerika’da yılda; 50 bin kedi, 60 bin maymun, 200 bine yakın köpek, 500 binden çok tavşan ve milyonlarca farenin bilimsel deneylerde kullanıldığı resmi makamlarca açıklandı. Yine Fransa’da her yıl; 1.5 milyon hayvan bilimsel araştırmalarda öldürülmektedir.Türkiye'de her yıl 266 bin hayvan deneylerde kullanıldıktan sonra uyutuluyor.Dünya genelinde her yıl 115 milyon hayvan yapılan deneyler sonucu ölüyor.Deneylerin yanı sıra, sokak hayvanlarıyla “mücadele” kapsamında daha “modern” bir yöntem olarak tanımlanan “ötenazi”, günümüzde bile hala “gerekli” durumlarda uygulanabilmektedir. Ötanazi kelimesi, Fransızca ve eski Yunanca’dan türemiş olup, "bir kimseyi acı çekmemesi amacıyla öldürme" veya “hayırlı ölüm” anlamlarına gelmektedir. Fakat bulunan kanun açıkları acı sonuçlar doğurmaktadır.Örnek olarak, “Ev Hayvanlarının Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesi”nin III. Bölümünde bulunan “başıboş hayvanlar için ek tedbirler” kısmındaki madde 12 gösterilebilir. Buna göre anlaşma taraflarından biri, başıboş hayvan sayısının sorun yarattığını düşündüğü takdirde, ızdırap çektirmeyecek yöntemlerle “sayılarını azaltmak için” uygun yasal ve idari tedbirler alabilmektedir.2013’te Romanya Parlamento’sunun sokak köpeklerinin “itlafına” onay vermesi, binlerce sokak köpeğinin katledilmesiyle sonuçlandı.Soçi’de, 2014 Kış Olimpiyat Oyunları öncesinde binlerce sokak köpeği ve kedisi öldürüldü.Fransa’da barınaklarda sahiplendirilemeyen hayvanlara, veteriner hekimler gözetiminde ötenazi uygulanabilmektedir. Bu durum maalesef, hayvanların sağlıklı ve genç olup olmadığına bakılmaksızın itlaf edilebilmelerinin önünü açmaktadır.Birleşik Krallık’ta, sokak hayvanlarına ilişkin olarak benimsenen politikalar sayesinde önemli gelişmeler kaydedilmiş olmasına rağmen, ötenazi hala başvurulan yöntemler arasındadır. Anlaşmada itlafa sebep olarak gösterilen “başıboş hayvan sayısındaki artış” suistimale açıktır ve fikrimce bu durumun önüne geçebilmek adına ek maddeler eklenmesi şarttır. “Hayırlı” ve “acısız” ölüm olarak nitelendirilen “ötenazi”, yalnızca hasta ve iyileşemeyecek hayvanlar için kullanıldığı takdirde kelime anlamına uygun ve doğru bir uygulama sayılabilir. Sağlıklı olan bir canlının yaşam hakkının elinden alınması kesinlikle “hayırlı” bir işlem olarak tanımlanmaktan çok uzaktır. Bu canlıların günümüzde sokaklarda başıboş olarak görülmemesinin arka planında on yıllar boyunca sürdürülen bu sistemli yok etme politikalarının bulunduğu apaçıktır.2012 yılında bir grup bilim insanı, yayınladıkları Cambridge Bildirgesi’nde, insanların bilinç üreten nörolojik katmanlara sahip olan “tek” canlılar olmadıklarına dair güçlü kanıtlar olduğunu açıkladı. Yayınlanan bildirgede, bütün memeliler, kuşlar, ahtapotlar gibi birçok canlının bizimle aynı katmanlara sahip oldukları savunuldu. Bizim gibi hislere sahip olan bu varlıklarla ilgili gelişmeler çok sevindiricidir, fakat gelişme kaydedebilmek için işin zevahirinden çok, iç yüzünü bilmek daha önemlidir. Bir hakkı kullanma irade ve yeteneğine sahip olunmaması, o canlının korunması gereken haklarının bulunmadığı sonucunu doğurmaz. Dolayısıyla hayvan haklarına da benzer bir anlayışla yaklaşılmalı ve hayvanlara, insanlar tarafından tanınan ve yine insanlarca korunması gereken haklar tanınmalıdır. Olumsuz etik değerlerin olumlu değerlere dönüşmesi, hayvanlara ilişkin bilinç ve duyarlılığın arttırılması ile geliştirilebilir. Söz konusu durumda empati kilit noktadır. Alınan kararlar, yürütülen politikalar bu kavramdan nasibini almalıdır ve unutulmamalıdır ki normların amacına ulaşması ancak uygulamada etkili olmalarıyla mümkündür.
15.09.2021
Hatırlayalım. Hatırlayalım. İran devriminden sonra öncelikle İranlılar Türkiye’ye sığındı. Daha sonra Saddam’dan kaçan Iraklılara kucak açıldı. Henüz Suriye’de çıkan iç savaşın izleri silinememişken, şimdi de Afganlar… Öncelikle belirtmek isterim ki, bu yazıyı kaleme almamın amacı mültecileri aşağılamak, kaderlerine terk etmek veyahut ötekileştirmek değildir. Tersine bu konuda Dünya’da ve özellikle Avrupa’da yürütülen burjuvazi, iki yüzlü ve samimiyetsiz politikalara dikkat çekerek onları eleştirmektir. UNHCR’nin ilgi alanına giren milyonlarca mülteciyi barındıran Türkiye Cumhuriyeti, Dünya’da en çok mülteciye ev sahipliği yapan ülke olmayı sürdürüyor. Konu Avrupa Birliği’ne giriş olunca kapıda oyalanan Türkiye Cumhuriyeti, sığınmacılara gelince, Avrupa Birliği tarafından en ön sıradan içeri davet ediliyor. Türkiye Cumhuriyeti’ne tabiri caizse “sınır güvenlik görevlisi” muamelesi yapan Avrupa, her zamanki gibi uluslararası arenada vicdan temizliğine, Avrupa Birliği Fonu’ndan ayırdığı “sus payı” niteliğindeki bütçe ile başladı. Konuyla ilgili yapılan açıklamalar ve yürütülen politikalar, mültecileri Avrupa Birliği topraklarından uzak tutma amacını açık bir şekilde ortaya koyuyor. Avrupa Birliği üye ülkelerinin ve Amerika Birleşik Devletleri’nin “üst akıl” edasında açıklamaları ve talimatları, kendi topraklarının dışında yaşanacak mülteci akınından kaynaklanan demografik yapı dengesizliğini umursamadıklarını ve üstlerine düşen küresel sorumluluğu görmezden geldiklerini gözler önüne seriyor. ABD, Afgan mültecilerin kabulü için mültecilerin öncelikle üçüncü ülkelerde(aralarında Türkiye de var) 12-14 ay yaşamaları şartını, Türkiye Cumhuriyeti ile bir mutabakat olmaksızın açıklamış ve Türkiye’yi hedef göstererek, iç işlerine karışmıştır. Belçika Devlet Bakanı Mahdi, Almanya, Hollanda, Danimarka, Yunanistan ve Avusturya devletleriyle, Afgan mülteci akınına karşı endişelerini Avrupa Komisyonu’na bildirerek, sınır dışı kararlarının devamını talep etti. Bu talep iadelerin durdurulmasının daha fazla Afgan vatandaşı Avrupa’ya gelmek için yüreklendireceğini mazeret ediyordu. UNHCR ise bu iadelerin “şimdilik” askıya alınmasını “tavsiye” etmekle yetindi. Bakan Mahdi, Afgan mülteciler için komşu ülke bile olmayan Türkiye Cumhuriyeti’ni işaret ederek “kendi bölgelerinde” kalmaları çözümünü sundu. Benzer bir skandal açıklama Avusturya Başbakanı Kurz’dan geldi. Estonya Başbakanı “lütfederek” 10 Afgan mülteci yerine 30 Afgan mülteci kabul edeceğini açıkladı. Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un sözlerinden, endişe verici olanın insani dram yerine büyük çaplı göç akışı olduğu anlaşılmaktadır. Almanya, İngiltere, Fransa ve Kanada gibi devletler, aralarında insan hakları aktivistleri, gazeteciler, avukatların bulunduğu kitlenin tahliye edilmesi gerektiği belirtti. Tahliye edilmesi gerektiği düşünülen kitle, yalnızca belli sınıflara ait olan ve belirli “kriterlere” uyan insanlardan oluşuyor. Bu açıklamalar bile mecburi sığınmaya ihtiyacı olan insanların ayrımcılığa uğradığını ve Avrupa’nın üstlendiği sorumlulukların yetersizliğini ortaya koyuyor. Bir hukuçu adayı olarak görüşüm, Avrupa’nın, mültecilere karşı benimsediği aşağılayıcı, ötekileştirici, kendini üstün gören tutumunun, Avrupa İnsan Hakları Bildirgesi’nin de temeli olan “hümanizme” ters düştüğüdür. Bildirgenin 14. maddesinde yer alan ayrımcılık yasağı gereğince, cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasal veya diğer kanaatler, ulusal veya toplumsal köken, ulusal bir azınlığa aidiyet, servet, doğum ayrımı olmaksızın herkesin sözleşmede yer alan haklardan faydalanması ön görülür. 3. maddede yer alan işkence yasağı da yalnızca fiziksel işkenceyi değil, aynı zamanda aşağılayıcı muameleleri de engellemeyi amaçlamaktadır. Avrupa, bu tutumuyla mültecileri “küçük düşürücü muamelelere” maruz bırakmaktadır ve bildirgeye aykırı davranmaktadır.Coğrafya bilgisinden uzak ve empati yoksunu bu açıklamalar, Avrupa’nın kendini her şeyden üstün gören, bencil politikasını gözler önüne sermiştir. Ayrılan bütçelerin, sığınmacıları kabul eden devletlerde ortaya çıkan kültür çatışması ve dengesiz nüfus artışı karşısında pek bir kıymeti yoktur. Bu dengesiz dağılım, ülkelerin demografik yapısını bozacak ve bunun sonucunda “küresel olumsuz bir etki” ortaya çıkacaktır. Sığınmacıları yerleştirmek için uygun bölge olarak görülen Türkiye Cumhuriyeti’nin hedef gösterilmesi sonucu kaçak giriş yapan ve herhangi bir kaydı bulunmayan mültecilerin demografik yapıyı bozması, yalnızca Türkiye Cumhuriyeti için değil, Avrupa için de büyük tehlike haline gelecektir. Avrupa, çok geç olmadan yalnızca “bütçe” ayırmanın yeterli olmadığını anlayarak, sorumluluğunu üstlenmelidir. Adlarına karar verilen, aşağılanan, istenilmeyen mültecilerin önce “insan” olduğu, aynı havayı soluduğumuz ve aynı gezegeni paylaştığımız unutulmamalıdır. Çözüm, durumun küresel bir sorun olduğunun kabulü ile başlayacak ve Dünya çapında adil bir görev dağılımı ile gerçekleşecektir. Avrupa benimsediği dış politikayı, evrensel değerleri göz önüne alıp, empati ile yoğurarak en kısa zamanda değiştirmediği takdirde, bana dokunmayan yılan bin yaşasın paralelindeki sığınmacıların Avrupa topraklarına girişini engelleyen politikalar benimsemek, Avrupa’yı “kırılmaz cam bir fanusun” içine almayacak, aksine ilerleyen zamanlarda önü alınamaz ağır bedeller yaratacaktır.
11.08.2021
Son yayınlanan Viyana Üniversitesi Uluslararası Raporuna göre ( University of Vienna International Report 2020 ) 2018/2019 yılları arasında Viyana Üniversitesinde aktif olarak eğitim alan öğrenci sayısı toplam 47,951 olup, bu rakamın 13,901’ini yabancı öğrenciler oluşturmakta. Aktif eğitim alan Türk öğrenci sayısı ise yalnızca 386. Bu rakamın da tüm aktif öğrencilere oranı % 0,8. Avusturya’ da aktif olarak öğrenim gören Türk öğrenci sayısı geçen senelere göre düşüşünü sürdürmektedir. Hiç şüphesiz bu duruma pandeminin etkileri de büyüktür. Yabancı bir ülkede öğrenim görmek sağladığı avantajların yanı sıra pek çok zorluğu da beraberinde getirmektedir. Peki Türk öğrencilerin Avusturya’da karşılaştığı sorunlar nelerdir? Gelin hep beraber mercek altına alalım.Son yayınlanan Viyana Üniversitesi Uluslararası Raporuna göre ( University of Vienna International Report 2020 ) 2018/2019 yılları arasında Viyana Üniversitesinde aktif olarak eğitim alan öğrenci sayısı toplam 47,951 olup, bu rakamın 13,901’ini yabancı öğrenciler oluşturmakta. Aktif eğitim alan Türk öğrenci sayısı ise yalnızca 386. Bu rakamın da tüm aktif öğrencilere oranı % 0,8. Avusturya’ da aktif olarak öğrenim gören Türk öğrenci sayısı geçen senelere göre düşüşünü sürdürmektedir. Hiç şüphesiz bu duruma pandeminin etkileri de büyüktür. Yabancı bir ülkede öğrenim görmek sağladığı avantajların yanı sıra pek çok zorluğu da beraberinde getirmektedir. Peki Türk öğrencilerin Avusturya’da karşılaştığı sorunlar nelerdir? Gelin hep beraber mercek altına alalım.
Öncelikle yabancı öğrenci olmak demek, henüz tanımadığınız bir ülkede yeni öğrendiğiniz bir dil ile kendi ayaklarınızın üstünde durmak demek. Gerek günlük hayatta kendini ifade edebilmek, gerekse akademik alanda kendine bir şeyler katabilmek için öğrenilen yeni dilin geliştirilmesindeki süreklilik, o ülkede yaşanıldığı sürece en büyük esastır. Yeni bir dil öğrenmek, Dünya’nın birçok farlı ülkesinden gelen uluslararası öğrencilerle tanışmak, eğitim alınan bölüm dahilinde akademik çalışmalar yapmak kişiye hem öz-yeterlik hem de özgüven anlamında birçok şey katar. Fakat bu durumun artılarının yanında eksileri de mevcuttur.
İlk değinilebilecek konu yabancı öğrencilerden her yeni kayıt döneminde, yani dönemlik olarak talep edilen ücrettir. Bahsettiğim ücret özel üniversitelerde değil, Avusturya devlet üniversitelerinde bulunmaktadır. Bu ücretten Avrupa Birliği’ne mensup ülkelerin vatandaşları ve Avusturya Devleti vatandaşları muaftır. Talep edilen ücretin miktarı, o üniversitede okuyan öğrencinin aidiyetinin bulunduğu ülkeye göre farklılık gösterecek şekilde düzenlenmiştir, yani sabit veya herkes için geçerli ortak bir ücret yoktur. Avusturya Devleti’nin “üçüncü ülke” olarak sınıflandırdığı Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşı öğrenciler, belli istisnaların dışında tam ücret olarak adlandırılan en yüksek harç ücretini ödemekle yükümlüdürler. Örneğin Viyana Üniversitesinde okuyan bir Türk öğrenci dönemlik € 747,42 ( € 726,72 Euro plus € 20,70 Euro ÖH-Beitrag) ücret ödediği takdirde eğitimine devam edebilmektedir ve kaydını yenileyebilmektedir. Hatırlatmak isterim ki Viyana Üniversitesi Avusturya’nın devlet üniversitesidir ve yalnızca gerekli şartları yerine getirebilen uluslararası öğrenciler Viyana Üniversite’sinde okumaya hak kazanabilmektedir. Bu üniversiteye haklarıyla girmiş olan yabancı öğrencilerden, değişkenlik gösteren dönemlik ücretler talep edilmesi, apaçık bir şekilde o ülkelere mensup olan yabancı öğrencileri sınıflandırmaktadır. “Fırsat eşitliği”, “adalet” ve “sosyal eşitlik” konularına büyük önem verdiğini belirten Avusturya Devleti’nin Üniversite eğitim ücretlerini, mensubu olunan ülkeye göre farklılık gösterecek şekilde düzenlemesinin sebebi büyük bir merak konusudur. Ortaya konulan ayrımcı tutumun ortadan kaldırılması bağlamında gerek Türkiye Cumhuriyeti Devleti yetkili mercileri tarafından gerekse Avusturya Devleti yetkili mercileri tarafından diplomatik adımlar atılması yerinde olacaktır.
Devamında değinebileceğimiz bir başka konu ise, Türk öğrencilerin iş bulma konusunda yaşadığı sıkıntıdır hiç şüphesiz. Avusturya yasaları çerçevesinde yabancı öğrencilere haftalık 20 saate kadar çalışma hakkı tanınmıştır. Fakat bu hak yalnızca iş veren tarafından Avusturya İş ve İşçi bulma kurumuna (das Arbeitsmarktservice Österreich) yapılacak başvuru sonucunda alınan “çalışma izin belgesi” (Beschäftigungsbewilligung) ile kullanılabilmektedir. Fakat bu başvuru iş verenlerin keyfiyetine bırakılmıştır. İş verenler yeni çalışanlar alacakları zaman çalışma iznine ihtiyaç duyan adaylar yerine, bu belge olmadan çalışabilen adaylara yönelmekte veya prensip olarak bu başvuruyu yapmamaktadır. Burada ortaya çıkan soru, bu yasanın efektif olup olmadığıdır. Bir hukukçu adayı olarak bizlere hukuk eğitimimizin en başında öğretilen bu kavram, yasaların günlük hayatta da uygulanabilir olup olmadığını inceler. Yani yasalarca belirlenmiş olan bir hakkın varlığı, o hakkın reel hayatta güvence altına alındığı anlamına gelmiyor. Bu konu ile ilgili çalışma iznine ihtiyaç duyanları koruma altına alacak bir düzenleme olup olmadığını öğrenmek için Avusturya Çalışma Bakanlığı’na ulaşmam sonucunda, maalesef Avusturya yasalarınca iş verenlere uygulanabilecek bir yaptırım olmadığı ve iş verenlerin bu başvuruyu eğer “isterlerse” yapabilecekleri cevabını aldım. Yasanın efektif olmamasından kaynaklı ortaya çıkan keyfiyetten dolayı, iş arayan Türk öğrencilerin yaşadığı zorluk daha da katlanmaktadır.
Sevgili okurlarım sizce bir yasa reel hayatta mağduriyetlerin önüne geçemiyorsa, o zaman yürürlükte olan bu yasa uygulama esnasında sınıfta kalmış olmuyor mu? Yazdıklarım yabancı öğrencilerin karşılaştığı zorlukların yalnızca birkaçıdır. Burada önemli olan olabildiğince adil ve çözüme yönelik tutumlar sergilemektir. Yabancı öğrencilerin karşılaştığı sorunları ortadan kaldıracak veya en azından hafifletecek her adım “eşitlik” ve “adalet” kavramlarına verilen değeri ortaya koyacaktır.
Share this with your friends: