15.09.2021
Hatırlayalım. Hatırlayalım. İran devriminden sonra öncelikle İranlılar Türkiye’ye sığındı. Daha sonra Saddam’dan kaçan Iraklılara kucak açıldı. Henüz Suriye’de çıkan iç savaşın izleri silinememişken, şimdi de Afganlar… Öncelikle belirtmek isterim ki, bu yazıyı kaleme almamın amacı mültecileri aşağılamak, kaderlerine terk etmek veyahut ötekileştirmek değildir. Tersine bu konuda Dünya’da ve özellikle Avrupa’da yürütülen burjuvazi, iki yüzlü ve samimiyetsiz politikalara dikkat çekerek onları eleştirmektir. UNHCR’nin ilgi alanına giren milyonlarca mülteciyi barındıran Türkiye Cumhuriyeti, Dünya’da en çok mülteciye ev sahipliği yapan ülke olmayı sürdürüyor. Konu Avrupa Birliği’ne giriş olunca kapıda oyalanan Türkiye Cumhuriyeti, sığınmacılara gelince, Avrupa Birliği tarafından en ön sıradan içeri davet ediliyor. Türkiye Cumhuriyeti’ne tabiri caizse “sınır güvenlik görevlisi” muamelesi yapan Avrupa, her zamanki gibi uluslararası arenada vicdan temizliğine, Avrupa Birliği Fonu’ndan ayırdığı “sus payı” niteliğindeki bütçe ile başladı. Konuyla ilgili yapılan açıklamalar ve yürütülen politikalar, mültecileri Avrupa Birliği topraklarından uzak tutma amacını açık bir şekilde ortaya koyuyor. Avrupa Birliği üye ülkelerinin ve Amerika Birleşik Devletleri’nin “üst akıl” edasında açıklamaları ve talimatları, kendi topraklarının dışında yaşanacak mülteci akınından kaynaklanan demografik yapı dengesizliğini umursamadıklarını ve üstlerine düşen küresel sorumluluğu görmezden geldiklerini gözler önüne seriyor. ABD, Afgan mültecilerin kabulü için mültecilerin öncelikle üçüncü ülkelerde(aralarında Türkiye de var) 12-14 ay yaşamaları şartını, Türkiye Cumhuriyeti ile bir mutabakat olmaksızın açıklamış ve Türkiye’yi hedef göstererek, iç işlerine karışmıştır. Belçika Devlet Bakanı Mahdi, Almanya, Hollanda, Danimarka, Yunanistan ve Avusturya devletleriyle, Afgan mülteci akınına karşı endişelerini Avrupa Komisyonu’na bildirerek, sınır dışı kararlarının devamını talep etti. Bu talep iadelerin durdurulmasının daha fazla Afgan vatandaşı Avrupa’ya gelmek için yüreklendireceğini mazeret ediyordu. UNHCR ise bu iadelerin “şimdilik” askıya alınmasını “tavsiye” etmekle yetindi. Bakan Mahdi, Afgan mülteciler için komşu ülke bile olmayan Türkiye Cumhuriyeti’ni işaret ederek “kendi bölgelerinde” kalmaları çözümünü sundu. Benzer bir skandal açıklama Avusturya Başbakanı Kurz’dan geldi. Estonya Başbakanı “lütfederek” 10 Afgan mülteci yerine 30 Afgan mülteci kabul edeceğini açıkladı. Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un sözlerinden, endişe verici olanın insani dram yerine büyük çaplı göç akışı olduğu anlaşılmaktadır. Almanya, İngiltere, Fransa ve Kanada gibi devletler, aralarında insan hakları aktivistleri, gazeteciler, avukatların bulunduğu kitlenin tahliye edilmesi gerektiği belirtti. Tahliye edilmesi gerektiği düşünülen kitle, yalnızca belli sınıflara ait olan ve belirli “kriterlere” uyan insanlardan oluşuyor. Bu açıklamalar bile mecburi sığınmaya ihtiyacı olan insanların ayrımcılığa uğradığını ve Avrupa’nın üstlendiği sorumlulukların yetersizliğini ortaya koyuyor. Bir hukuçu adayı olarak görüşüm, Avrupa’nın, mültecilere karşı benimsediği aşağılayıcı, ötekileştirici, kendini üstün gören tutumunun, Avrupa İnsan Hakları Bildirgesi’nin de temeli olan “hümanizme” ters düştüğüdür. Bildirgenin 14. maddesinde yer alan ayrımcılık yasağı gereğince, cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasal veya diğer kanaatler, ulusal veya toplumsal köken, ulusal bir azınlığa aidiyet, servet, doğum ayrımı olmaksızın herkesin sözleşmede yer alan haklardan faydalanması ön görülür. 3. maddede yer alan işkence yasağı da yalnızca fiziksel işkenceyi değil, aynı zamanda aşağılayıcı muameleleri de engellemeyi amaçlamaktadır. Avrupa, bu tutumuyla mültecileri “küçük düşürücü muamelelere” maruz bırakmaktadır ve bildirgeye aykırı davranmaktadır.Coğrafya bilgisinden uzak ve empati yoksunu bu açıklamalar, Avrupa’nın kendini her şeyden üstün gören, bencil politikasını gözler önüne sermiştir. Ayrılan bütçelerin, sığınmacıları kabul eden devletlerde ortaya çıkan kültür çatışması ve dengesiz nüfus artışı karşısında pek bir kıymeti yoktur. Bu dengesiz dağılım, ülkelerin demografik yapısını bozacak ve bunun sonucunda “küresel olumsuz bir etki” ortaya çıkacaktır. Sığınmacıları yerleştirmek için uygun bölge olarak görülen Türkiye Cumhuriyeti’nin hedef gösterilmesi sonucu kaçak giriş yapan ve herhangi bir kaydı bulunmayan mültecilerin demografik yapıyı bozması, yalnızca Türkiye Cumhuriyeti için değil, Avrupa için de büyük tehlike haline gelecektir. Avrupa, çok geç olmadan yalnızca “bütçe” ayırmanın yeterli olmadığını anlayarak, sorumluluğunu üstlenmelidir. Adlarına karar verilen, aşağılanan, istenilmeyen mültecilerin önce “insan” olduğu, aynı havayı soluduğumuz ve aynı gezegeni paylaştığımız unutulmamalıdır. Çözüm, durumun küresel bir sorun olduğunun kabulü ile başlayacak ve Dünya çapında adil bir görev dağılımı ile gerçekleşecektir. Avrupa benimsediği dış politikayı, evrensel değerleri göz önüne alıp, empati ile yoğurarak en kısa zamanda değiştirmediği takdirde, bana dokunmayan yılan bin yaşasın paralelindeki sığınmacıların Avrupa topraklarına girişini engelleyen politikalar benimsemek, Avrupa’yı “kırılmaz cam bir fanusun” içine almayacak, aksine ilerleyen zamanlarda önü alınamaz ağır bedeller yaratacaktır.
Share this with your friends: