07.06.2023
Geçtiğimiz Mayıs ayını Antalyada geçirdim. Avusturya ya dönmeden bir hafta önce hastalandım, yakınlarım beni Antalya Eğitim ve Araştırma hastanesi acil servisine getirdiler. Geçtiğimiz Mayıs ayını Antalyada geçirdim. Avusturya ya dönmeden bir hafta önce hastalandım, yakınlarım beni Antalya Eğitim ve Araştırma hastanesi acil servisine getirdiler.
Doğrusu önce “neden bir özel hastaneye gitmedim”diye düşünmüştüm ancak ilerleyen süreçte gördüğüm hizmet fikrimi değiştirmeme ve “iyi ki bu hastaneye gelmişim” dememe sebep oldu.
Araştırma hastanesinde gerçekten her şey çok iyi araştırılıyor. Türkiye ortalamasının üstünde bir hastane olduğunu düşünüyorum. Kaldığım 4 gün içinde gerekli tüm tetkikler yapıldı, tüm personel büyük bir özveri ile çalışıyor, tek kelime ile minnettarım.Avusturya ya geldikten sonra Antalyada yapılan tetkikleri Innsbruk kliniğindeki doktorlara gösterdim yapılması gereken her şeyin yapılmış olduğunu söylediler. Bugün ayrıca whatsapp üzerinden konunun uzmanı Türkiyedeki bir öğretim görevlisi ile görüştüm, o da aynı şekilde hastalık tanısının doğru olduğunu ve tüm işlemlerin eksiksiz yapılmış olduğunu teyid etti. Doğrusu ülkem adına gurur duydum. O kadar kalabalıkta sadece 4 gün içinde yüzbinde bir kişide görülen bir hastalığı tespit etmek, o kadar muayeneyi yapmak ve tedaviye başlamak büyük bir başarı. Bu arada hastalığımın adı ; myastenia gravis. Tam nokta atışı yapılmış, üstelik doktorların hepsi 40 yaşın altında, doğrusu beni ters köşe yaptılar. Sonra bütün bilgiler e nabıza geldi, şimdi tüm tetkikler, bulgular, değerler bana bir tık kadar yakın. Mükemmel bir hizmet! Genç doktorlar beni çok ümitlendirdi. Küçük dokunuşlarla daha mükemmel hizmet elde edilebilir.
Diğer taraftan maalesef halk bilinç olarak sağlık personelinin çok gerisinde! Gereksiz izdihamlar oluşturuyorlar, bir hastanın arkasından 4 kişi gidiyor, hiç biri sağlık personeli değil! Her gün vakitli vakitsiz hasta ziyaretine gelerek kadınlar bol bol dedikodu yapıyorlar. Böylelikle sağlık personelinin işi zorlaşıyor.Türkiyede her hastanın bir refakatçisi var, ben refakatçiye ihtiyaç duymadım. Fakat etraftakiler “neden refakatçin yok”diye beni sıkıştırdılar. Refakatçilere yemek de veriliyor ama yatak yok, iki kişilik odada 4 kişi kalıyor, ikisi hasta ikisi refakatçi. Refakatçi sisteminin faydasından çok zararı olduğuna inanıyorum. Her şeyden önce hastalara bu sistemle aciziyet duygusu aşılanıyor. Bu zihniyetin değişmesi gerekir. Yatağa bağımlı olmayan hastaların refakatçiye hiç ihtiyaçları yok, boş yere kalabalık yaparak hastaneye ekstra bir yük getiriyorlar. Yürüyebilen, kendi ihtiyaçlarını kendi giderebilen insanlara “yok sen gitme, sen dur, ben sana getiririm”demenin hastaya ne faydası var anlayamadım. Tabii refakatçiler için yatak olmadığından koltukta uyumak zorunda kalıyorlar, uykularını alamıyorlar, dinlenemiyorlar, erkek hastaların genelde eşleri refakatçi oluyor, bu da ayrı bir sıkıntı doğuruyor.
Ayrıca her gün onlarca mahkumun jandarmaların kolları arasında donuk bakışlarla muayene için hastaneye getirilmelerini görmek de benim için alışık olmadığım bir manzaraydı.
Burda bir parantez açarak yaşadığım küçük bir olayı anlatayım. Bir minibüsle bir köye giderken şöför cep telefonlarını çıkarıp mesaj okumaya başladı. Ben durumdan rahatsız olsam da sesimi çıkarmadım, belki aradan iki dakika geçti şöför hala mesaj okumaya devam ediyor, sonunda “beyefendi mesaj okuyacaksanız aracı sağa çekip durun da öyle okuyun, böyle tehlikeli oluyor” dedim. Şöför de “ben de tehlikenin farkındayım ama ana yola girince böyle şeyler yapmam” dedi. Esasında şöför bu hareketi devamlı yapıyor, ancak yolculardan bir tepki gelmeyince devam ediyordu.
Ülkemiz hala sahip olduğu genç nüfusu ile içinde büyük bir potansiyel barındırıyor. Tabandan gelen bir dip dalga ile bir tık daha ilerleyeceğimize inanıyorum.
Depremde anlattıkları ile öne çıkan samimi ve doğal halleri ile insanların yüreklerine dokunan gazeteci Fulya Öztürk “her evde cenaze var, bilmem kaç yıl olmuş biz hala niye bunları konuşuyoruz? Neden betonların altında kalıyoruz? Biz depreme dayanıklı sağlam evler yapamayacak bir ülke miyiz? Yapabiliriz. Gelin hep beraber seferber olalım, kimse korkmasın, kaçmasın! Neden okyanusu geçip derede boğuluyoruz? Gerekirse çadırda kalalım! İki yıl mı? Ben varım, yeter ki binalar sağlam olsun” diyerek bunları hıçkırıklara boğularak anlatmıştı.
Gözlemlediğim bir başka konu da insanımızın gururuna çok düşkün olduğu ve alınganlık gösterdiği konusu. Olay kendi bağlamından çıkarılarak ya milli bir mesele haline getiriliyor, ya da kişiselleştiriliyor.
Ben bir Anadolu köyünde çok mütevazi bir evde dünyaya geldim, geldiğim yeri de asla unutmadım. Aldığım kültür gereği kimseyi küçük görmem. Fakat anlattığım şeylerin muhataplarım tarafından farklı algılandığına tanık oldum. Esas meramım doğru ilkelere dikkat çekmekti, bazıları tarafından yanlış anlaşıldım.
Fulya nın söylediği gibi genel bir seferberlik başlatılsa cehaletin yok edilmesi, medeniyet çıtasının yükseltilmesi için ben de kendi adıma “varım”deyip kolları sıvarım.
Share this with your friends: